1 Ağustos 2008 Cuma

Marmara’nın Nilgün’ü

Şair intiharlarına övgüler düzülmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin: ”Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur.”dediğini unutmuyoruz.Şairse, ürettiği şiirse eğer,yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir.Demek istediğim, intihar,şair olmayanı şair yapmmaz...

Nilgün Marmara’yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum.”Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır:”1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi...” İşte bu kadar kısa,yalın bir biyografisi var onun.Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara.Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan illegal imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır.

İntihar, hayatı yadsıma halinin en son durağıdır; yadsıma limitini tüketmiştir çekip giden ... Kimileri “Hayatın neresinde kalırsan kar’dır,”diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “Hayatın nereneresinden dönülse kar’dır,”diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler... Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de öyledir.Tabii herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri bu gerekçelerin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür...

Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece.Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaklardır.Bu yüzden ölülere ağıt yakanların,kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına bakmayın.Onlar da değil o gün, herkes gibi doğdukları günden itibaren ölüme yazgılıdırlar.Bir Fransız atasözü:”Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla dolu-dur,”der...

Ölmek için, önce doğmak gerekir;doğmayan biri ölebilir mi?Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de...Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz...

Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da,böylesi uç duyarlıklarda,”dip”te gezinen,”hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla ba-rışık olması da mümkün değilmiş zaten...

Ece Ayhan,”Nasıl ki İsmet Özel,’Cumhuriyet yaralı ise,Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’idi ”diyor...(Bu cümle kuşkusuz güzel; Ece Ayhan ağabey, geçtiğimiz yıllarda bir dergide andığı “ayağa kalkanlar” sıralamasında, iki sayı ilk sırada adımı anımsatmıştı okurlarına;ama benim de ayakta oluşumun,ayağa kalkışımın hep Cumhuriyetle yaralı olmamla bir ilintisi olduğunu mutlaka vurgulamak istiyorum; İsmet Özel’e kendimi ideolojik tercihlerde yakın hissetmesem de, benim de farklı biçimlerde Cumhuriyet ile yaralı olduğumu bilumum yarasızlara ilan etmeden, bunu eklemeden geçmek istemiyor ,bu arada asıl konumuzu unutmuyorum...)

İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, söylenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz;yaşarken yazdıkları şiirse,öldüğünde de öyledir.Değilse değildir ama!

Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin-Güneli İnal’ın yayına hazırladığı-sayfaları arasında geziniyorum:”Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle,bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok,” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yadsıma”yı somutluyor bir anlamda.O, yadsıdığı için,”Yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; ”ayrımı yok” diyor zaten...

Çünkü düş oldukça peşi sıra insan da.Yaşayanlar,yani yadsımalarının dozajını daha minimum tutanlar biliyorlar ki , yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor.İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan...Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan...

Eski okumalarımdan şunu hatırlıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını, ”söyleyen şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, şair Yesenin ise ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “Ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına yine intiharla son veriyordu...

Birçok yazı adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergahıdır.Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar...
Hayat ise şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o an’lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat.Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır...Kendi adıma ben böyle yaşıyor ve böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor.Neyi biliyorsan, o vardır zaten...

Pavese der ki:”Bir insan acı çekiyorsa,başkaları bir sarhoş gibi davranır ona.Hadi,kalk bakalım,yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hakkedilmiş, öyle gerektirilmiş

biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak ,ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden önerilir ki?Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde?

Nilgün Marmara da acı çekerek yazmış, yaşamış ve alıp yitmiş kendini kendin- den ve alıp bu kısa yeryüzü konukluğundan.Herkesin acısını sorma

ve ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; yani herkes kendi diliyle sorar acısını... Biçimde, içerikte benim acıyı sormamla ve sorgulamamla Nilgün Marmara’nınki çakış- mayabilir de, ama onu anlıyor ve onunla, boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını sormak, acıyı sorgulamak fikrinde buluşuyorum.

O da kendi diliyle sormuş :”Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı.Dönüşsüz ve yaygın.Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz;sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere!Göt laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler?”

Nilgün Marmara’nın, bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken yazdıkları ve fotoğrafları dışında hakkında pek bilgi edinemedim.Hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun fotoğrafları.Bir de intiharından önce Mina Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim.Yaşasaydı, belki ben de bir şeyleri göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim...Evet, giderdim!

1987’de, onun intiharından sonra,1995 yılında Mustafa Irgat da kanserden yitirmiş yaşamı-nı. Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayınlanmış bir şiir kitabı var.İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama almıştım.



Nilgün Marmara , bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir...Gündelik hayatın sığ sularından diplere,

derinlere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş ve "hayat" demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı...”

A.Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest demiş!”Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, uzağına iterek aldattığını düşüne-ceklere demeliyim ki, belki o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz?Belki bu yüzden de geride platonik aşklara ve şairaneliği çok uygun bir imge de bırakmış...

Sonra geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış.O, ”göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler hala yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz...

AHMED ARİF

Ahmed Arif’ten söz etmek, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren şiirimizde çok özgün bir mecradan, bir satırbaşından söz etmek demektir. Onun şiirleri, tematik unsurlarıyla, fonetik ve semantik yapısıyla, imgesel özerkliğiyle bugüne dek ayrıksı kalabilmeyi ve yazıldıkları yıllardan bugüne, aradan geçen yarım yüzyıla rağmen zamana direnerek hâlâ beğeniyle okunmayı başaran şiirlerdir.
Bu bakımdan çok “özel” bir şairdir Ahmed Arif. "Hasretinden Prangalar Eskittim" adlı tek yapıtı ve bu yapıtında yer alan on dokuz şiiriyle, yıllar yılı bu denli yaygınlaşarak okunması da, onu eşsiz kılan yegane faktörlerden biridir… Fırat’ın asiliği de, Dicle’nin zarafeti de bir çavlan gibi akar onun şiirinde; demek istediğim, hem epik hem de lirik olmayı başarmış ender şairlerden biridir.
Şairler ve yapıtları hakkında inceleme, biyografi ya da deneme yazmayı kendime iş edinmedim hiç; onun yapıtına ek bir biyografi yazmam önerildiğinde ise hiç tereddüt etmeden üstlendim; çünkü kültürel, ideolojik ve estetik paydada onunla yakınlığım, bu yakınlığın gerektirdiği vefa duygusu ve anısına taşıdığım saygıdan dolayı, bunu ustam, hemşehrim Ahmed Arif’e karşı bir vefa borcu ve bir sorumluluk saydım.
Eklemek gerekir ki, salt yazdıklarıyla değil, şiire saygısıyla, yaşam pratiğiyle; öfkesiyle, restleriyle, susuşuyla, duruşuyla da incelenmesi ve yeni kuşaklara şair adabı, şair ahlâkı bakımından örnek gösterilmesi gereken bir şairdir Ahmed Arif.
Çocukluğu, İlk ve Ortaöğrenim Yılları
Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı sokak 7 no’lu evde dünyaya gelir. Bu ev, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden biridir.
Asıl soyadı Önal’dır. Babası Kerküklü Arif Hikmet, anası Erbilli Sare hanımdır. Şair, bir söyleşide ailesi hakkında şu bilgileri verir:“Babam Kürt değildi. Babamın babası kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmış. Sonra memurluğu bırakıp ticaretle uğraşmış. Rivayete göre babamın ataları Rumeli’den oralara, yani Kerkük’e görevli gelmişler… Babam askeri okulda iken cepheye, savaşa gönderilmiş. Bu okul rüştiye midir, yoksa sultani mi, bilemeyeceğim. Babamın savaştaki rütbesi süvari başçavuşu. Sivil hayattaki son görevi nahiye müdürlüğü. Üç-dört yıl Harran’da kaymakam olarak çalıştı, ama o aslında bir vekalet idi. Yani asli bir kadroda değildi…
“Benim anam, babamın üçüncü hanımı. Yani öz anam Kürt’tür. O dönemin soylu bir ailesinin tek kızıdır. Dedem, yani anamın babası ünlü bir din bilgini. Adı imam Yahya Abdülkadir. Ayrıca şeyh Abdülkadir Cibrali diye de anılır. Anamın nüfustaki adı Sare. Serohan, Zehrahan, Zöhrehan öteki isimleri. Babasının tek kızı, yedi erkek kardeşi var. Hepsi de ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın kiralık katillerince öldürülmüş. Anam, ben çok küçükken ölmüş. Benden sonraki kardeşimin doğumunda. Kardeşim de doğum sırasında ölmüş. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten, adam eden Arife anamız; Bingöl’ün Musyan yöresinden soylu bir ailenin kızı…
“Ninelerimiz de, teyzelerimiz de birer melekti. Gerçek birer melek. Beni sevdiler, sevdiler, sevdiler… Kendi öz çocukları gibi… Babamın ilk hanımı Ziynet hanım milyarder bir aşiret reisi. Ondan bir oğlu var. Muhammed Necati. Necati ağabeyim öğretmendi, rahmetli oldu.”1
Ahmed Arif, beyanına göre öz annesini 1929’da, iki yaşındayken yitirmiş; üvey annesi Arife Önal’ı ise 15 Ekim 1983’te…
Halen Diyarbakır’ın Balıkçılarbaşı semtinde PTT şubesi olarak kullanılan binada bulunan anaokulunda Ahmed Arif’in okuma yazma öğrendiği yıllarda, babası da o dönem ordudan ayrılmış , Diyarbakır Nüfus Müdürlüğü’nde memur olarak çalışmaktadır. Çok geçmeden babası Arif bey, Siverek’in Karakeçi bucağına müdür olarak atanır. Böylelikle ailece Siverek’e yerleşirler. Siverek’te önce Ordu Mahallesi’nde, sonra Şehir Mahallesi’nde otururlar. Ailenin Siverek’te kalışı -babasının Harran kaymakam vekilliği dahil- on iki yıl sürmüştür.
1934 yılında Ahmed Arif, Siverek İlkokulu’nda öğrencidir. O yıllarda bölgeyi kapsayan Birinci Umumi Müfettişlik sınırları içinde ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası başlatılmıştır. Türkçe dışında başka bir dille konuşanlar karakollara götürülüp dövülmekte ve haklarında soruşturma açılmaktadır. Bu uygulamaya ilişkin çarpıcı bir tanıklığını şöyle anlatır Ahmed Arif:
“Siverek’te Kanlıkuyu diye bir yer var. Çok eski bir yapı. Büyük kısmı yakılmış, ama bir tarafı sağlam duruyor. Orada bir karakol var. Yanında da bir yazlık. Zaten orada kış, ya üç ay sürer ya dört ay. Çok sert olur ama, fazla sürmez kış. Yazlığın önünde büyük bir dut ağacı var, boyu göklere tırmanmış. Çanlar takmışlar dallarına. Serçeler dut yemeye geliyor… Yanında kalabalık bir kahve, çok büyük. Nargile tokurdatanlar, çay içenler, tavla oynayanlar… Kahveyle karakolun arası elli metre kadar.
“Karakolun önüne bir adamı yatırmışlar. Sakız gibi bembeyaz bir donu, bir entarisi, gene ipekten bir puşusu ve ageli var başında. Adam yalın ayak. Polisler falakaya yatırmışlar. Tüfeği takmışlar adamın ayağına, veriyorlar falakayı. Adam ‘Ya Muhammed!’ diyor, başka bir şey demiyor. Adamın Arap olduğunu anladım. Çünkü Kürt olsa başka türlü bağırırdı. Zaza olsa başka türlü. Ama adam belli ki Arap. Ya mahkemeye gelmiş ya hükümetle bir işi var. Ya da pazara gelmiş, yağ mı yoğurt mu ne, bir şeyler getirmiş. Orasını pek bilemiyorum. Dediğim gibi dört beş polis adamı yatırmış dövüyorlar.
“Biz çocuklar aşağı yukarı yetmiş seksen metre daha yukarıdayız. Olayı görüyoruz. Hepimizin ip sapanı var. İp sapan kullanmak ustalık ister; gerçi her çocuk iki ayda öğrenir kullanmasını. Köylüler derler ki: ‘Kurt tabancadan, tüfekten korkmaz, ip sapanından korkar.’ Şimdi yumurta büyüklüğünde bir taş düşünün, vınlayarak geçiyor ve değdiği yeri paramparça ediyor. Göğüs olsun, kafa olsun, vurdu mu öldürüyor yani…
“Biz küçüktük, ama ip sapanı çok iyi kullanıyorduk. O anda hemen kararlaştırdık. Liderimiz Mustafa Tatar diye biri. Benden bir iki yaş büyük, gövde bakımından da daha iri. Babası, babamın arkadaşı. Ailece çok yakınımız. ‘Dağıtalım bunları’ dedik. İki üç metre ara ile mevzi aldık. Mustafa, ‘Dikkat edin, adamı vurmayalım’ dedi. Ben de ‘kafalarına vurmayalım’ diye uyardım.
“Fakat polisler hareket halinde. Üç ya da dört taş attık. Polislerin ikisi yıkıldı kaldı, ötekiler kaçtı. Biz de hemen tüydük. Mustafaların bağına gittik. Kuzeyde, Siverek bağları. Sonra, akşamüstü geldik. Bizim evde anlatıyorlar: ‘Aslan kimin babayiğit, bıyıklarından adam asılır. Aslan kimin dört tane çıhmış, vermişler polise dayağı, vermişler dayağı, o fıkara Arebi kurtarmışlar.’
“Evde anlatılan bu. Babama da anlattıkları bu. Ben hiç oralı olmadım. Fakat ertesi gün babam kahveye gitmiş. Arkadaşları konuşuyorlarmış. ’Yok yahu!’ demişler, ’Öyle babayiğit filan değil, çocuk onlar. En kabadayısı on yaşında yoktu. Fakat hepsi korkunç nişancıydı.’
“İşin tuhafı, kimse kınamamış bu olayı. O fukara adam, Türkçe konuşamıyor. Zavallı bir Arap. “Ne zaman mı oldu bu olay? 1935 yılları falan olabilir. Öyle hatırlıyorum.”2
Ahmed Arif, ata binmeyi, silah kullanmayı, Kürtçenin Zazaca ve Kurmancça lehçelerini Siverek’te, Arapçayı Harran’da öğrenir. Gavze nedir, niçin yapılır? İnsanoğlu neden eşkıya olur? gibi soruların yanıtlarını orada bulur. Aşiret ilişkilerini, toplumsal ve sosyal ilişkileri orada öğrenir.
Çocukluk döneminde yaşayıp tanık olduklarının ve o sosyo-kültürel iklimin, onun şairlik serüvenine kaynaklık edecek kadar derin izler bıraktığı, o iklim ve kültürden damıttıklarını şiirinin öfkesine, hüznüne, türkülere ve destanlara akraba olan sesine ustalıkla taşıdığı görülür. Ahmed Arif şiirinin adresini, şiirini damıttığı sosyal ve coğrafi dokunun farklılığının nedenlerini ve onun harcını burada, yani biçimlendiği nesnel gerçekliğin bilinçaltına taşıdıklarında aramak gerekir.
Ahmed Arif, ilkokulu 1939 yılında Siverek’te bitirir. O dönem yalnız Diyarbakır ve Urfa’da ortaokul vardır. Önce Diyarbakır Ortaokulu’na devam etmesi için ninesi Ayşe Calp’ın yanına, daha sonra da gözetiminde okuması için ablası Sabriye hanımın (Demirkol) yanına gönderilerek Urfa Ortaokulu’na kaydı yapılır. Yaz tatillerini ise Siverek’te, ailesinin, sevdiklerinin yanında geçirir.
Ahmed Arif, şiire ortaokulda başladığını ve İstanbul’da çıkan “Yeni Mecmua” dergisine bir şiir gönderdiğini, şiirinin anılan dergide yer alıp almadığını bilmediğini, ama kendisine gönderilen yanıtta yetenekli kabul edilerek yazmayı sürdürmesinin önerildiğini anlatır.3
Urfa Ortaokulu’nu 1942 yılında bitiren Ahmed Arif, ağabeyi Muhammed Necati Isparta’da öğretmen olduğu ve Afyon’da’da tanıdıkları bulunduğu için yatılı okumak üzere Afyon Lisesi’ne gönderilir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der:
“Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar bu lisedeydi…”4
Lise yıllarında Andre Malraux’yu, Max Weber’i, Dostoyoveski’yi, Tolstoy’u, Flaubert’i ve özellikle de Emile Zola’yı okur, Faruk Nafiz, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas ve Behçet Necatigil’le yine o yıllarda tanışır. Ahmed Arif, artık dur duraksız şiir yazmaya başlamıştır. O günleri de şöyle anlatır: “İşte o yıllar… Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16-17 yaşımdayım. Durmadan şiir yazıyorum.
“Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfasının sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım o zaman. Torunundan da küçüğüm.
“Bir de on lira para geliyor. Telif hakkı. Ben parayı alamazdım. Çünkü öğrenciydim ve Ahmed Arif kimliğim yok. Parayı hocalarım alırdı, mutemet getirir verirdi. Düşünün, babam harçlık olarak ayda beş lira gönderirdi. On lira bu yüzden büyük paraydı. Ama paradan öte, Afyon’da gerçekten büyük şairler vardı. Bütün şiirleri okurduk. Dergileri okurduk. Böylece kendi kendimize bir ölçüye varırdık.”5
Ahmed Arif, Afyon Lisesi’ni 1945’te bitirir. Bir süre ağabeyinin yeni görev yeri olan Uşak’ta kalır. O dönem babası da emekli olmuş, ailece Diyarbakır’a dönmüşlerdir. Ahmed Arif de Diyarbakır’a gider ve aynı yıl askere alınır. Askerlik dönemini Karadeniz’de yedeksubay olarak tamamlayarak 1947’de terhis edilir.
İlk Şiirleri
Ahmed Arif’in, Afyon Lisesi’nde öğrenciyken yazdığı şiirlerin ilki, Afyon Halkevi dergisi Taşpınar’ın Kasım 1942 tarihli 94. sayısında yayınlanmıştır. “Gözlerin” adlı ilk çalışması şöyledir: “Gözlerin maviliğin ruhudur, /Fecirlerin tebessümünü içer. /Berraklığında ilah çocukları uyur/Ve emer sükutu beyaz gölgeler. /Gözlerin bir masal dünyasıdır, /Meyveleriyle beslenir ruhum. /Gözlerin Allahımın bakir aynasıdır/Sonsuzluğundan ışık içiyorum.”
İkincisi de Millet dergisinin 7. sayısında, yine 1942 yılında, henüz on beş yaşındayken yayınlanan “Yollarda” adlı çalışmasıdır: “Sızdı gönüle acılar, /Soyuldu yaram soyuldu. /Yüreğimde bir sancı var, /Bağrım oyuldu oyuldu. /Sisler yoluma süzüle; /Beni bekleyen üzüle, /Dudak büzüle büzüle, /Dualar Allahı buldu. /Köyümün yolu bağlanır, /Körpe yürekler dağlanır. /Ninemin başı sağlanır:/Ölüm haberim duyuldu.”
Ahmed Arif, bu şiirleri Urfa Ortaokulu’nda yazdığını ve son düzeltilerini Afyon Lisesi’nde yaptığını kendisiyle yapılan bir söyleşide vurgulamıştır. Faruk Nafiz, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip gibi dönemin ünlü şairlerinin etkilerini apaçık taşıyan ilk şiirleri ve kendi şair konumlanışı hakkında önemli sayabileceğimiz kimi açıklamaları 1970 yılında (yapıtının yayınlanmasından iki yıl sonra) kendisiyle yapılmış bir söyleşiden okuyoruz:
“Lisede karaladığım mısralarda daha çok edebiyat öğretmenimize beğendirme çabası vardı.Yani biraz Haşim, biraz Tanpınar, biraz Tarancı ve çokça da acemilik. Bir süre sonra bu yazdıklarımın şiir olmadığına ve gerçek şiirin bu kadar kolay yazılmaması gerektiğine inandım. O günler asıl yaygın moda Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaradılış gereği, biraz da şiirin gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşamayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Yaradılış tarzı dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi.
“Oysa ben doğuluydum. Azgelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı. Halkımın duyguları ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımdan başka bir şiir akımı yok muydu? Vardı kuşkusuz. Nâzım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan, Abdülkadir Demirhan gibi yürekli ağabeyler de vardı. Bunlar, hapiste ya da sürgündeydiler.
“Şiire yeni başlamış bir delikanlının karşısına Nâzım’ı dikerseniz, çocuk paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir? Üniversitede ve mapushanede bazı arkadaşlarım, ‘Nâzım’dan sonra şiir yazmak boşuna bir gayret, hatta saygısızlık,’ diyordu. Onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki ‘Nâzım gibi şiir yazmak’ ile ‘Nâzım’dan sonra şiir yazmak’ arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. Elbette Nâzım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nâzım’dan da, başka ustalardan sonra da şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’den sonra trajedi, Molière’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim, Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı. "
“Sadede gelelim: Kimini sevsem, kimini hiç takmasam da, bu moda olmuş etkili şairleri kendi hallerine bırakmam gerektiğini her şeyden önce bir mertlik borcu saydım. İş bir kez ‘etki’ye dökülmesin. Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence. Bu yol ile insan belki ‘deneyci’ olabilir, ama şair olamaz. İşte bu inanç ve duygularla halkıma sığındım. Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim.”6
“Sonra 1947-48 yıllarında kendimi bir sorguya çektim. Bir muhasebe yaptım. Kendime sordum nasıl olacak bu diye. Evet, lise bitti. Oturup düşündüm. Böyle gidecekse ne olur? Sen ne olursun?
“Muhip’ten daha büyük bir şair mi olursun? Cahit Külebi’den daha mı büyük olacaksın? Ben böyle kendi kendime sorguda iken oturup ‘Otuzüç Kurşun’u yazdım. Otuzüç Kurşun’dan önce ‘Rüstemo’yu yazdım.”7
Gençliği ve Üniversite Yılları
1947 yılı sonbaharında yüksek öğrenimini için Ankara’ya gelen Ahmed Arif, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırır. Bu arada 1946’da Ankara’da kurulan Türkiye Gençler Derneği’ne de üye olur; bu dernek, o yıllar illegal olan Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik düzeyinde çalışan legal kuruluşlarından biridir.
Aynı yıl Ahmed Arif’in İtalyan komünist Togliatti için yazdığı, fakat daha adını bile koymadığı şiirinin çalınarak bir arkadaşının evinde seksen nüshasının bulunması, kimi arkadaşlarının yargılanmaları ve Ahmed Arif’in de karakolda ifade verip salıverilmesiyle sonuçlanır.
Şairin, şiir saymayıp “halkın huzuruna çıkarılmaz” dediği sözkonusu çalışmasının, mahkeme huzuruna çıkarılmasında hiçbir sakınca görülmez.(!)
1948 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın eleman almak üzere açtığı sınavı kazandığı halde işe alınmayan Ahmed Arif, danıştaya başvurur ve kazanır. Ona Merkez Bankası’nda bir iş vermek zorunda kalırlar. Artık hem çalışmakta hem de öğrenimini sürdürmektedir.
Bu arada Ahmed Arif’in şiirleri, 1949’dan itibaren daha yayınlanmadan üniversite gençliği arasında elden ele dolaşıp alanlarda, kampuslarda okunmakta ve kolaylıkla ezberlenmektedir… Ahmed Arif ise, çoğunlukla üniversite gençliğinin gittiği 15. Yıl Kıraathanesi’ne sık sık gitmekte, orada devrimcilerle, şiirseverlerle buluşmaktadır.
1951 Solcu Avı ve Ahmed Arif
1951 yılı Ekim ayında başlatılan “solcu tevkifatı”nda Ahmed Arif de işyerinden alınarak götürülür. Dokuz gün işkenceye maruz kalır. Kendisinden, para toplayarak komünistlere dağıttığına dair bir belgeyi imzalaması istenir. Bu soruşturma kapsamında İstanbul, Ankara ve diğer illerden toplam 184 kişi tutuklanmış ve haklarında soruşturma açılmıştır.
Ahmed Arif’e ait hazırlık soruşturması dosyasının İstanbul’daki dosyayla birleştirilmesi gerektiği için, dosyasıyla ve dört polisle birlikte İstanbul’a sevk edilip, ünlü Sansaryan Hanı’nın bir hücresine atılır. Gerisini şöyle anlatır:
“Sansaryan Hanı’nda hücredeyim. Çok hastayım… Sorgu uzun sürdü. Ben dokuz numaralı hücredeyim. Yedi numarada Orhan Suda kalıyor. Suda’yı tanımıyorum o zaman, daha sonra cezaevinde tanıştık. Sekiz numarada ise Muzaffer Arabul kalıyor. O da çok ağır hasta. Onu da sesinden tanıdım, o kadar. Muzaffer pırlanta gibi bir adam, evli, çocukları var. Devlet memuru (…) On bir numaralı hücrede ise rahmetli Kemal abi, Kemal Ergin.Bunları nefeslerinden tanıyorum. Öksürüklerinden.
“Benim bulunduğum dokuz numaralı hücreden bir lağım geçiyor. Üzerinde bir ızgara. Ne kadar akılsızmışım! Lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyorum. Tabii küçük sudan başka bir şey yok.
“Çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlar. O da kuru bir şey. Bir lokma bile yiyemiyordum. Sadece su içiyordum… Sakalım göğsüme gelmişti, saçlarım keçe gibi olmuştu. Kendimi merak ediyordum.
“Küçük bir kibrit çöpü buldum. Onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu…Ve duvarlar. Duvarlarda kan lekeleri… Tahtakurusu lekeleri… Bunların arasında da isimler.
“O isimlerin pek çoğuyla sonradan Harbiye Cezaevi’nde tanıştım. Kimi orada yarım saat kalmış, kimi beş-altı saat. Benim gibi devamlı kalan yok… Gözaltında on beş günden fazla tutulamazmışız. Ama çoğumuz orada aylarca kaldık.”8
Ahmed Arif, Sansaryan Hanı’ndaki koşullara, yapılan işkencelere dayanamaz. Çıldırmak üzeredir. Birtakım sesler duymaya başlamış, damarlarını kesmeye yeltenmiştir. Hemen hastaneye kaldırılır ve şok tedaviyle sağlığına kavuşturulur. Bu olayı daha sonra şöyle anlatır:
“Hastanede beni bağladılar. Yatıştırdılar. Orada doktora bağırtıları, sesleri anlattım. Arkadaşlarımın seslerini duyduğumu söyledim. Tabii bunların hiçbiri olmamış. İnsanın bazı organları çalışmayınca öteki organları çok çalışıyor. Hücrede gözümüz hiç çalışmazdı. Hiçbir şey görmezdik. Çok kısık, karanlığa yakın bir ışık vardı. İşte o zaman kulak çalışıyordu. Kulakla algılıyordum ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor…
“Bir gece yıldırım bir telgraf getirdiler. Telgrafta şöyle diyordu: ‘Baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum. İmza: Annen Arife (…)’O an, yani telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum. Gençler okumasın.
“Ama öyle demoralize olmuşum. Hemen hastaneye yetiştiriyorlar. Bir şans eseri ölümden dönmüşüm. Üç hastane ‘bu ölür’ diye almıyor, Kasımpaşa Deniz Hastanesi alıyor. Gözümü açtığımda iki gün geçmiş. O hastanede bana şok tedavisi yaptılar. Bu arada Sabahattin adında bir çocuk anama mektup yazdı, ’oğlun iyidir, sağlığı yerinde’ filan diye.
“Şoktan sonra beni Sansaryan’a geri götürdüler. Ama orada fazla tutmadılar, Harbiye’ye yolladılar. On yedi gün tabutlukta kaldım. Duvar nemliydi. Yosun bağlamıştı. Kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. İşte hâlâ çekerim, sağ omzumdaki bu ağrı, o tabutluktan kalmadır.”9
Oysa ki Ahmed Arif’e o acıyı yaşatan telgraf, düzmece bir telgraftır. Nitekim hastane doktorlarının biri ona, “Hiçbir ana oğluna öyle bir telgraf çekmez, nasıl olur da inanırsın,” diyecektir.
Ahmed Arif’in babası Arif Hikmet bey, 1953 yılında yaşamını yitirir. Oğlunun tutuklandığından habersizdir; onu yurtdışında sanmaktadır. Soruşturma evresi tamamlanır ve aralarında Ahmed Arif’in de bulunduğu tutuklular, “Gizli Komünist Cemiyeti teşkil etmek, cemiyete girmek ve faaliyet göstermek” isnatıyla yargılanırlar ve birçoğu ağır hapis cezalarına çarptırılır. Dos-yada 110 numaralı sanık olan Ahmed Arif Önal’a ise, iki yıl hapis ve sekiz ay Urfa’da gözetim altında tutulma cezası verilir.
Toplam 38 ay tutuklu kalmış olan Ahmed Arif, bu cezayı fazlasıyla çektiği için 7 Ekim 1954’te tahliye edilir…
Yetişkinlik Yılları ve İlk Yapıtı
Kız kardeşi Nezihe Erdoğan, o dönem Diyarbakır Ali Emiri Ortaokulu’nda tarih öğretmenliği yaptığı için, Ahmed Arif, mahkemeye başvurarak sekiz ay kamu gözetimi altında tutulma cezasının Urfa yerine Diyarbakır olarak değiştirilmesini sağlayarak Diyarbakır’a gelir.
Her gün Diyarbakır Fatihpaşa Karakolu’nda hakkında tutulan defteri imzalar…Bir süre sonra özel bir şirkete ait tuğla ve kiremit fabrikasında iş bularak çalışmaya başlar. Bir yıl böyle geçer ve cezasını da tamamlayarak yeniden Ankara’ya döner. Yüksek öğrenimini tamamlama olanağı da kalmamıştır artık. Bir iş de bulamaz… O sıkıntılı günlerini şöyle anlatır:
“Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. Ama hangi işe girsem polisler peşimdeydi, beni kovalıyorlardı…”
Ahmed Arif, 1956’dan itibaren Medeniyet, Öncü ve son olarak da Halkçı gazetelerinde redaktör (düzeltmen) olarak çalışmaya başlar. Bu arada başta Pazar Postası olmak üzere birçok gazete ve dergide şiirleri yayınlanmakta, adı ve şiirleri her geçen gün daha yaygınlaşmaktadır.
26 Haziran 1967’de yaşamının sonuna dek bağlı kalacağı Aynur Hanım’la evlenen Ahmed Arif’in ilk ve tek şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim, 1968’de Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanır. Kitap Türkiye’nin her yöresinde büyük bir ilgiyle karşılanır.
Aynı yıllarda Ankara 1. Basın Sitesi’nde taksitle bir ev almasının ardından, 12 Aralık 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Baba olmasıyla ilgili duygularını Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle anlatır:
“Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus cüzdanını cebimde taşıdım. Cebimdeki, sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu… Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı…”
1977 yılında emekli olan Ahmed Arif, daha sonraki yıllarını Ankara’daki mütevazı evinde geçirir; gösterişten, gürültüden uzak bir yaşam sürdürür ve uzun yıllar suskunluğunu korur. Başta Cemal Süreya, Canip Yıldırım, Cemalettin Ünlü, Muzaffer Erdost, Nedret Gürcan, Adnan Binyazar ve aile yakınları dışında kimseyle görüşmez.
Sonlarken
Ahmed Arif’in ilk ve tek yapıtı Hasretinden Prangalar Eskittim yayınlandıktan sonra Türkiye’de önce 12 Mart 1970, sonra 12 Eylül 1980 askeri darbeleri gerçekleştirilir. Bu baskı dönemlerinde, on binlerce aydın, bilim adamı, gazeteci, devrimci ve üniversite öğrencisi bir devletin komünizm ve Kürt fobisi yüzünden işkencelerden, çarmıhlardan geçirilirken, bir ülkenin geleceği ve aydınlığı olan on binlerce genç sakat bırakılırken ve askeri cezaevlerini, duruşma salonlarını hınca hınç doldururken, Ahmed Arif’in şiirleri alanlarda, işkence tezgâhlarında ve cezaevi koğuşlarında bir bayrak gibi dalgalanır.
Demokrasinin bayrağı indikçe, onun şiirleri göndere çekilir; çünkü insanca paylaşılacak günlerden, hümanist değerlerden ve onurdan söz eden bir şairdir Ahmed Arif…
Cezaevi koğuşlarında, suçları ülkelerini sevmek olan on binlerce genç, “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” dizesiyle parmaklıklara tutunup, dağlarındaki serin bahar rüzgârlarının esintisini duyarlar. Yine işkence tezgâhlarında nice yiğit devrimci, nice Kürt, “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem!” dizesini zalimlerin yüzüne bir tokat gibi vururlar. ”Dayan tırnak ile dayan diş ile/Umut ile sevda ile düş ile/Dayan rüsva etme beni” dizeleriyle çarmıhlara, soğuklara, açlıklara dayanırlar… Dayanırlar… Dayanırlar!
Ahmed Arif’in dizeleri, şiirin, gerektiğinde bir parti bildirisinden daha işlevsel olduğunu açıklamış dizelerdir. Ahmed Arif’in dizeleri, “torbasında ekmeği, matarasın- da suyu kalmayan”ları, şiirin bir süre nasıl ayakta tutabileceğini kanıtlayan dizelerdir. Ahmed Arif’in dizeleri, umudu, hasreti, sevdası olanların dizeleridir; bu yüzden de bir sınıfın, mazlumların şairidir o…
Onun şiirinde, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de umut edenlerin, düşleri ve sevdaları uğruna yaşayıp ölenlerin acıları, dramları, hınçları ve öfkeleri vardır. Ahmed Arif’in şiirleri, baskı dönemlerinin sosyal ve siyasal iklimine tekabül etmekle birlikte, orda durmaz, şimdi, yeni bir çağda da daha okunur, ezberlenir… Ki nice zulmeden ölüp yitmiş, nice barbarlık bir tarih dipnotu olmuştur da, onun dizeleri yarım yüzyıldan bugüne bir anıt gibi kalabilmiştir. İşte şairin başarısı ve şiirin muhte-şem gücüdür bu…
Ahmed Arif’in dizeleri , bu ülke halklarının sonsuz kederlerinin de bir aynasıdır; çünkü onun şiirlerinin yazgılarımızda bir karşılığı vardır…
Şair Ahmed Arif, 2 Haziran 1991 sabahı Ankara’daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama gözlerini yumar. Bu kavimler kapısı, nice yoksullukla, yoksunlukla, işkencelerle, sürgünlerle acımasızca hırpaladığı bir büyük şairini daha böyle yitirir.
Onun dizeleri ve anısı, Diyarbekir Kalesi’nin akranıdır… O da tanıktır ki zalimlere, namertlere baş eğmeden, mertçe yaşamış ve mertçe ölmüş bir şairdir Ahmed Arif…
İstanbul, Aralık 2001
-----------------------------

Feride

sunu:
'istasyonda konuşan iki dilsizdi onlar
ayrılığı söyleyen kara gürültülerde
şaşkındır buralarda ayrı düşmüş aşklar
kış'ın ve silahların beyaz serinliğinde

_l. aragon

k(adın):feride
uyruğu:dünya;
dinin yokdilin var
ve sonrasını ben bilirim

aynı yağmurlardan kaçarken bir saçağa düştük önce;
sonra gece; avluda bir kırık dal dursa üşür feride
tarihini düşünmedim
düşünmedim ama tenimiz tanışır
ama tenimiz tanışır önce
ve terimiz...
o benim avradım olur gecelerce günlerce;
sonrasını... sonrasını ben bilirim...

geceye yağmur inerdi işte böyle sicim gibi ipince
giderek soğuyan dünyamıza kanat vururken kuşlar
ve hüzünle şaşırırken yolunu yitik yıldızlar
feridebir destan gibi yürüdü ömrünü
akmaya yaraşırken sular...

sonra sular sulara günler günlere vururdu
ve hayat onu da
beni de hem ne kötü vururdu;
hayvan gibi vururdu hayat
küfür gibi namlu gibi vururdu...
sonra feride geceler boyu uyurdu.
ileride unutulmuş bir allah kendini doyururdu
ve susunca feride yeryüzü boğulurdu...
yeryüzü yüreğimdi biraz da kurudu... kurudu...

ben onu dilsiz ve dipsiz biçimlerden çaldım kimselere
kimselere bırakmam
öpüşlere sararım gidişlere sorarım
kimselere... kimselere bırakmam!
feride başak kokar esmer başak
gözlerini hep s(aklar) utanırken
sonrasını...
sonrasını ben bilirim.
günler turşu kıvamındaydı; şarkı söyler
rüzgar giyerdik akşamları. masamızda hep
ucu karanfil dururdu; yaralarımızı sarardık
sorardık ihtilal dönüşleri
infazlara sayardık...

kadınlar ve erkekler kendi aybaşlarındaydı:
gelinler su başlarında
şöförler direksiyon gerillar silah başındaydı.
bitmezdi tükürdüğüm savaşlarda 'a
poletleri büyük beyni küçük' generallerin!
orospular sızardı gecenin yırtmacından
yırtmaçların tenine küfür dolardı
ve küfür yazardı gazeteler
geceler küfür kokardı/ alkol ve sperm
günlerin yaslı yüzünde kirli kan
ve peçeteler...

peçetelerde günler turşu kıvamındaydı
faşizim kıvamında işkenceler
bir uzun yol şöförü yolları
yolları feride'yi andığım gibi anardı
geceye devriyeler dolardı

ne o
kimliksiz miydik?
feride hınca hınç grevdedir tek tip insan pazarlarında;
dağlara atarımbulutlara katarım onu kimselere
kimselere bırakmam!

kül gecelerinden çalarken onu ateşlerin içinden
bastım bağrıma üzüm suyu damıtır gibi
sarar gibi ağrısını ışık kanatlı bir güvercinin
dirildim diriltim onu kimselere bırakmam
kimselere!

sonra tenini tutkuladım avuçlarımda
mühürledim dudaklarını ateş kızıllığında
kattım onu yasak şarkılarıma kitaplarıma
feride'yi şiir saydım biraz da...
nisan'ın kızıdır feride; bundandır
nisan güneşi sinmiştir tenine ve kokusu
otların kırlangıçların...
dağları uyutur koynunda kavgalara gidince;
sonra aşk olur
kadın olur bana gelince... ki aşkın saati gömleği takvimi yoktur;
uçarı bir rüzgar gibidir
ansızın ne yana dönse yüzümü ufka çeviririm.
sonrasını... sonrasını ben bilirim...

feride tütünü türküye banarda içer
yüreğinde bir tufan negatifleri
ölümden gelmiş kollarıma yakışmış
bırakamam kimselere
k i m s e l e r e !

feride şiir huyludur gül kokuludur
gül kokuludur gözleri ile gözlerime dokunur
dokunur

vaay!
o aşklar ki hayatın teninde sonrasız bir oyundu
dağıtınca bir yangının alanında süngüler
birileri anlatmaya koyuldu

'(...) bu gün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yinelemeyenlerden başka) çünkü
dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler
öğütleri haber vermeleri
yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor.
şu son yıllarda gördüğüm bizde bir şey kırdı.
Bu şey insanın güvenidir; o güven ki
insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından
insanca karşılık göreceğimize inandırır bizi (...)
insanlar arasında sürüp giden uzun
diyalog bitti'...

-A.camus-

(herkesin bir feridesi vardır bilmez miyim
herkesin bir ayakkabısı gibi birde şarkısı
herkesin bir kimsesi vardır bilmez miyim
bir de kimsesizliği..)

gözlerimle gözlerime dokunuyosun
bir bilsen o an gözlerim oluyosun
kaçalım beni gören sen sanacak

görüyor musun dağlara dokunuyor insanlar
giderek dağlaşıyorlar
görüyor musun adınla başlıyor her şey
karın eriyişi yağmurun dirilişi
özlemenin ilk harfi gücün hecelenişi

adınla!
adınla her şey: şarabın dökülüşü sesimin eskimeyişi...
ben ise sana abanıyorum
büsbütün aşk kesiyorum...

yenile yenile bana abanıyosun sende
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutumak oluyor bu yangın yerlerinde
ben nereye gitsem biraz senden gelirim
ardımdan kuşlar ve uykular gelir...

feride
ey yaar!

gelip bana çıkıyor bu kent
ben kentlere çıkıyorum
kentler kent olmadı feride
bir türkü tutturup açabilmeliyim anlımı
gecelerinde
güne koşarken çocuklar güne erkenden
ya deniz yada dağ kokmalı yolları

çocuklar çocuk olmalı
aç bakmalı sevgiye
çocuklar bazen bir ülkedir
gözleri gök (yüzünde)

ter ve güneş kokarken işçiler evlerinde
herkes gibi olmalıadı gibi
yoksa sonumuz olur feride
utanır rüzgarlar hakedilmiş iklimlere

çarşılarda kalabalık yürüyor
sanki topyekün bir ülke toprağın şiddetinde
ansızın o kalabalık soluyor'faili meçhul'lerde

(bu kalabalık ölmese
aşk
önce!)

çarşılarda kalabalık yürüyor
her yanım kalabalık ve kabarık
duramıyom böyle
çarşılara abanıyorum bende
-gülüşleri konuşmaları oturuşları nerde?
hani çocuklar mavi esintilerde?
bu kanlar da ne?

bir bilsen o an gömleğimi parçalıyorum günün orta yerinde
çatırdıyarak kopuyor düğmelerim
suçlulular nerde?
bıyıklarımı kemiriyorumbitiyor
çekip koparıyom saçlarımı
bir bilsen ter damlıyor yüreğimden yerlere
bileklerim kesilmiş damarlarım dökülmüş caddelere

çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yanlız çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor feride...

keder bile yıkar bendini
yağmur iner gök boşaltır içini
büyür
mü benim yüzyılım
b e n i m y ü z y ı l ı m h a n i ?

çoğaldım ve bir soruyla dolaştım sokakları
bir soruyla açıp her sabah penceremi
benim yüzyılım hani?
benim yüzyılım hani?

sonra susamışlık oldum gitgide
ağlamışlık kanamışlık birdenbire
artık bütün sularda bir susuzluğum
yankısı yok sesimin caddelerde
'bir yudum' diyorum sonra 'bir yudum
halkım!'
çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yanlız çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor feride...

artık böyle başlar gün: gün tomurcuk patlar
bir dal kırılır apansız.
birileri düşer yağmurlara... yağmurlar zamansız...
belki ağzının kıyısı kansız
yarım kalır türküsü;
dağılır yiter sesi
anlatılır rüzgarlara öyküsü...
daha önümde ardımda korkunun kokusu
dağlarda kırılan alevin yanlızlığın
vahşetin böhründe zulmün tortusu!

sonra güne koştum güne coştum kucağımda dünyaların
türküsü; çıkıp kentin en geniş meydanına boğazımı
gömleğim gibi yırtıyorum:
susmayın! bir şey bilmiyorsanız küfredin düpedüz
küfredin işte!

bir şey anlamıyorlar bile; o an gökyüzünde dingin bir
bulut duvarları aşabilen rüzgarlar çarpıyor yüzüme...
(bakıyorum da kanım pıhtılaşıyor
üstüm başım kir karanlık vay balam!)

kapıyı yağmur diye çaldılar oysa
açtık:
k a s ı r g a!

kasırga
kasılıyor
kalarında ülkemin

(bu hep böyle sürmese
aşkönce!)

sonra bir bilsen teni kan içinde hayatın
eti kan yılmaz'ın sesi kan
bir kahve önünde duruyorum
insanlar öylece oturmuş kendilerini turşuluyorlar
tuzsuz...

-dikkat dikkat!
ülkem dolaylarında yatmakta olan insanlar için
.... guruplarında kan
aranmıyor!

yitirdik infazda günlerimizi
can aranıyor!can aranıyor!

birden ön masadan üç adam kalkıyor
'kes ulen' diyorlar: '-ne canı? can burada işte!
oturmuş pişti oynuyor çayına kahvede!'

utanıyor çok utanıyorum
benim yüzyılım hani?
ülkem nerede?
arkadaşlar su.. su yok mu be!

d(erken)
'kimliğiniz lütfen...'

yerlerde pıhtılaşmış kanların üzerinden
bir uğultu ummanında seslerin üzerinden
çarşılar yanlız kentlerin üzerinden
sessiz... sensiz gidiyoruz feride...

EY KASIRGALARDA OKYANUSLAR ÇİĞNEYEN GEMİ
AYRILIKSA: VUR SİNEME ÖLDÜR BENİ!'

'...yapılmamış unutulmuş itirazlar mı vardı? kuşkusuz vardı böyle itirazlar (...)
nerdeydi şimdiye kadar görmediği o yargıç? nerdeydi o yüksek mahkeme?
konuşacaklarım var el kaldırıyorum...'

-f.kafka-

(poliste)
portatif bir hayat
katlanabilir!

belliki tenimin rengini yitireceğim
ve hayat yitirecek rengini yüzümün sustuğu yerde
korkarak yürürken caddelerde
benim yüzyılım hani?
ülkem nerede?

feride
şimdi yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durayım güvertede gözlerine

(beni böyle bir eller
beni yollar beni yeller
kelepçeler hücreler beni
alıp gitmeye
inan ki feride inan
aşk
önce!)
(gözümü bağlıyorlar; korkma sevgilim! gözümü
gönlümü değil...)

kanlı karanlık odalarda
beni morartıyor azaltıyor ve azdırıyorlar
böyle her seferinde çıkınca fırında ekmek gibi kabarıyorum
sonra bir çoğalıyor bir çoğalıyor bir çoğalıyorum

(bir güzel renk değiştiriyorum; korkma! yürek değil renk değiştiriyorum sadece..)
ben can camiler e(zan) derdinde!
kollarım gidiyor önce ayaklarım ellerim
saçlarım gitmişti zaten bileklerim gitmişti

biliyor musun bir sen kalıyorsun içimde
yüreğimin alazında biz bize
ağlaşıyoruz sesizce...

(sonra gözlerim açılıyor; korkma! dilim değil gözlerim sadece...)

(mahkemede)
yurdum
seni
'devlet
topraklarının
bir
kısmını
veya
tamamını
ayırmaya
yönelik'
ve
gizli'
s e v i y o r u m
dediler

(hapisanede)
buraya gelme feride
bir hançer gibi saplama
savuran gözlerimi yüreğime

yine o öksüz koridor yaslı ve yaşlı koğuş
küf ve sidik kokuları yine
ben valeybol oynuyom bahçede
birikmiş volta borcumu
taksitle her gelişte ödüyorum

aldırma bir kedere sevkolunmuş suretim
kadınım
kardelenim
gülenim!
(bir de sen... sen feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız mahvolurum!)

ekmeksiz kal da demiştim
içeride
kavgasız kadınsız çaresiz kalma
bunları yazmadılar hayat bilgisi kitaplarında!

olmasam da hey feride tüten geceler
feride yine tütünü türküye banar da içer
yüreğimde bir tufanın negatifleri
yazmadılar!

oysaki ben aşka inanıyorum
hep ölüm bu(yurdunuz)
yazıyorum:
ey devlet
ey tanrı artık o(kulun) yok senin!

ben uçurumlar önünde kendimi kemiren kerem
artık beni kemiren türküler dinlemem

dinlemem
ki rüzgardım
usluca kedere kaldım
yürüdüm göçebeydim;
yürüdüm kurşunlandım!
sonra mart kaldım eylül kaldım ey susmanın çorak iklimi!
yüzüme uzun sürmüş soruşturmalar yorgunluğu
çarmıhlara gerildim ölümlere tek kaldım...
bu
tufan
ne yana
yana
yana
susmayı dilince
büyümeyi bilincine devşiren çocuk!

(dışarda)
çıktım
da uyku sızarken gecenin şarkısından
nerede yaralı kuşları yorgun yüzümün
kendi köpüğünü eriten bir denizde?
bileylenen her bıçak kınında çirkin
kınından çık yüreğim geç mi kaldın geç mi kaldın?

çıktım kanlı karanlık odalardan
elbet çıkarım çıkacağım!
şimdi dağları aralasan bu akşam üstleri ben çıkarım
kuşları kovalasanyürüsen yollara göçebe yanım
geceleri kanatsan alnımda yağmursaçlarım kar türküsü çıkarım!

( ben bu çiçeği bölsem koklasam sen çıkar mısın?)
bu nasıl yalan yollar ki böyle yürüdüğüm
saçlarımın kokusu sinmiş bu kente
bu gece saçlarından geçiyorum yüreğim ter içinde
sussam yokluğun kan tükürür beynime
geceler büyürse tutsağım sabahlar doludur yüreğime

çıktım
da kentler kent değildi yine
belki bu yüzden tüketmiş soluğunu şarkılar
kuşlarda gitmiş keder büyümüş
ama hiç boğulmamış içimizde kıyılar...
(kıyılara varsan ben çıkarım
halkımı tanısan yurtsuz çıkarım!)

kal kendinin anası ol doğur kendini
sonra gel beni doyur büyümeden açlığım

sesim mi
o da büyür sen kaygılanma

gel
bata
çıka
çıkalım
düşe
kalka
gide duragüle
ağlaya...

(bana kalsa bir namlunun ucundan rengimi sesimi alır çıkarım
ben bu şiiri okusam sen çıkar mısın?)
sonra zıbarıp kalmak için yer ayırttım bir 'palas palas'ta;
oturup fotoğraflarına baktım yazı makinamın içinde
külleri temizledim. sokağa çıktım yasak yürüdüm;
üzerime
adını almayı unutmadım...
yollara dokunmadım kedilere camlara dokunmadım;
yıldızlara...
yıldızlara hiç dokunmadım dokunsam düşecektin...

sonra geceye şiirler okudumbitti
bitmedin!
bilsen ne çıkar; hem nasıl bileceksin?

(sen bir şeyler bilsen bildiğinden ben çıkarım
çocukluğuma dokunsan öksüz çıkarım...)

şimdi sokaklardayım
sokaklarda... içimim sokaklarına adın yürüdü
adın satırbaşlarında ayrılıkların
oysa ben bu geceyi bilmiyorum yolları bilmiyorum
unutmayı hiç;

şimdi sokaklar bile esniyor uyumayı bilmiyorum...
yanmamış bir gaz sobasının yerlere dökülmüş artıkları
soluğumu kesiyor.
soba boruları kırık camlardan dışarıya uzuyor;
dışarıda kar dışarıda rüzgar esiyor;
uykusuzluğa uyuyorum...
dört battaniye aldım üstüme
üşüyorum feride; kalkıp şiir yazacağım
ama hep şiir mi
yazılırmış kuşatılmış gökyüzüne?

ben seni. seni diyorum;
nasıl gelirim hangi sokaklar çıkar sokak desene?
yine o gitmelere gitmeden
seni yorumluyor sana yoruluyorum işte
başka nereye giderim söylesene?

sonra bir bakıyoruz biz kokmuşuz biz bize
taşıdık taşındık bitti
öpüp durma üç numara traşlı kafamı öyle
feride kız geldim işte
ağlama şişmanlarım yine
yine sevişiriz sur dibinde bahar gelince

feride bu sen misin nasılsın söylesene?
ellerin... ellerin nerede?
bak ıssız bir ada gibiyim beni çevrele
beni sar beni sor beni ağlat bu gece

üşüyorum bana bir palto bul feride
ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle
geceler çarpıp düşsün dalgın güzelliğine

gözlerini sil ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime
yok gitme!
gitme sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor
özlemeyi yutkunuyorum
sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor
şu gök var ya şu gök birden üstüme çöküyor
yok gitme
gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle

diyorum ki bir koluma seni
çıkınca
diğerine ülkemi
gör ki payıma çığlıklar düşmüş ve kül geceleri
benim yüzyılım hani?
çarşılar çarşı mı şimdi?

belki insanlar tenine gül sunmaz diye
kir görmez diye
hasrettir böyle kanla ıslak
ve kire karılmış böğrünün asıl rengine
darda
daralır bir yerlerde...

bana bir ülke getir feride
üstünde masmavi bir gök olsun

saçlarını çöz
sağrılarını ıslak taylar gibiyim
ve tenin senin
doludizgin bir ülke

gözlerimin ortasında
gözlerimin ortası
tenini hatırlat tenime
bana aç vücudunun deltalarını
kadın kokunu ver
sulamak için rahminin kıraç topraklarını

şimdi aşk
önce!

(bu sensin
ve sensin
bu terin ve tenin ıslaklığı
kal öyle
ısıt gözlerimi gülüşlerinle...)

birazdan kapılar kırılacak belki de
birazdan kapkara bir örtü olabilir gözlerimizde
biz diz kırarken sinesinde sancının
yolunur papatya deşilir ten ve yara da
çünkü ölmek günleri biraz da
gülmek günleri (de) inadına
gün gülümsemeleri ardında

gün gülümsemeleri ardında
dağlandıkça
dağlaşmak
ve dağları sevmeye yaraşmak
yaraşmaya
yanaşmak günleri...

sen de yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durmayım güvertelerde gözlerine...

her gün bir avuç öldüğüm bu cehennemde
el verdiğim kentler vurulacak vurulacağım
bu yangı kabardıkça çok yanacağım!

farkında mısın infazlara ayarlı saatler yine
bu kabartma geceleri susmak böyle...

caddeye bir taşıt huzmesi düştü görüyor musun
bak bakalım beni mi arıyorlar
ya da ne geziyorlar gecede yarasa gibi?

bakarken görünmesin göğüslerin pencereden
yollar bir çift gül görmeye alışık değil...

tan atacak birazdan geceyi yırtarak yine
saçların da dağınık her yanın ter içinde

feride
sen bu kadar akıllının içinde nasıl
nasıl delisin böyle?

sevdan kıl beni kaybetme ellerimi
tutmazsam
dağlara çığ düşerken o çınarlar susarken
tutmazsam kırılır elim
tutmak kirlenir...

ben yolculuğum
sen bildiğim yol gibi
toplayıp ıssızlığa kirlenen eylülleri
geç hiç eskitmeden sevgileri
bazen de çalarak kendime bedenimi
girmesen
geçmesem yollar kirlenir...

benden kalan incelikler var sende
ateşimin örsüsün sana akar ırmaklarım
akar
ve biterim

bitmesek taşarız
bitmek kirlenir...

topla denklerini ürkmeden
külü dök ateşi yüklen
kentlerde yazısı silik duvarlarsa bulvarlarsa geçilen
sen sen ol apansız gelen gece bitmeden
gelmesen söz kirlenir

kime aitse kucağın
açık tut
ve diri
tutmasan insanlığın kirlenir...

bak sevda bu tut söz
hem kim var ki böyle sevecek seni?

öpmesem dudakların
yazmasam şiir
sevişmesem kadınlığın kirlenir...

ve bir gün değil her gün her şey kirlenir
çalarak bir şeylerin hayattan ve insandan
yenibaştan
yenibaştan

kirlenmeyen tek şey ise
kirdir...

rüzgar
ve kar
kar... yurdumda
bir dal daha kırılıyor rüzgarda
kimseler bilmiyor
o dalı yeşertebilir miyiz feride
baharda?

iki gözüm kar yağıyor dışarıda
elimden terliyor ellerin
kar yağıyor yoksul gecelerine ülkemin
pencerelerine perdesizliğin

kara kan karışıyor!

kara bin damla kan düşürüyoruz
çoktandır ayaz günleri ülkemin

karda
kar değil
kan mevsimi

bırak serseri yağmurlar darbeci generaller vizite
kağıtları ve gündelik telaşlar bir an bir yerlerde kalsınlar!
gecenin yüzüne karşı konuşan cinayetlerde ölümdü
kederdi hasretti gördüm!
tüyleri dökülen bir kuşun yüreği kadar sıcak
ve bir kez ağzımızdan çıkmış bir küfürdü hayat!
şimdi göç yollarında mısın?
yurdunu mu yitirdin?
örselenmenin yurdu
yok! aşkın yurdu
yok! özlemenin
yok!

daha gece bir keder salkımıyla geliyor; bir salkım da
bizden! yollara çıkmanın yurdu
yok! yürümenin
yok!

şimdi hasret iri gözlü bir çocuktur çırılçıplak kıyılarında
her uçurumun! göç yollarında yurdum yağmadırkabarık
ve kangren! ömürlerin ömrü
yok! efkarın takvimi
yok!
(yok! yağma kabarık ve kangren...)

şimdi bir namlu gibi gözlerin
dışarıda kar dinmiş
çamlar gelin...

bak bir izbe oda düşmüş payımıza
ısrarda çoğalıp inadına
ışıkları söndürelim
susmasın elim
tenimi tanı
kokumu
ve terimi
bu çığlık bir bıçak olup yırtacaksa geceyi
al göm göğsüne dağlanmış
süretimi
al da susalım biraz

hep aynı göğe büyürken ellerimiz

bana bir ölüm tarif et feride
yakma cıgaranı
çek şu kibriti de
olur ya
dinamit gibiyim bu gece...

aldırma! bir kerede sevk olunmuş süretim
kadınım
kardelenim
gülenim...

daha yenile yenileme bana abanıyorsun sen de
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutunmak oluyor yangın yerlerinde
bırak! çarşılar bana abanmasa da
çarşılara abanacağım yine
yoksa yaşamayı oynamıyorum işte
yoksa bu şiir burada biter feride

çarşıları yalnız kentleri öksüz
şiirleri yarım bırakmayalım!

kentler kent değilse
parçalanırım yine
gömleğimi boşuna ütüleme
bencağız damarlarım dökülsün caddelere
ter damlasın yüreğimden yerlere
çarşılar bana abanmasa da
bırak! ben çarşılara abanacağım yine...

şimdi sınasam
mı gücünü göğe sokulan ellerimin?
sıkıyönetim ''dört ay daha'' olağanlaştı
karanlık koyulaşıyor üstünde çok öldüğüm günlerin

sonra kirli bir duman çöküyor kente
serçelerde sonbahar mahmurluğu...

şimdi aaaaa ve arabesk geceleri bu kentin
ve ölesiye yanlızlığım;
candan geçip feride'den geçilmez geceleri bu kentin

(bir de sen... sen feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız mahvolurum!)

sana bir bıçak vereyim rüyalarımı dağıt
bir rüzgar vereyim külümü
bir sevda vereyim kuraklığımı dağıt

biz o yıllar rezil gecelerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük
sıcaklığımı al şimdi bu üşümeleri dağıt

bak bu kentler yeter bize
sevişmek için de çıldırmak için de!

kalabalık ol gel yalnızlığımı
gövdemi vereyim gel dağıt açlığımı...

d(erken) yıllar geçer
o herhangi bir gün de akşam olur
akşam olur sen bana bir bardak çay getirirsin
ensenden öperim o saat bardakta şeker gibi erirsin
sen bir yaz güneşisin bakınca gözlerin bir sevinir bir sevinirsin

yüreğimden ansızın okul çocuklarının trampetleri geçer
tramvaylar havai fişekler geçer
benim yüreğimde ise hep uzak ki yollar
içinden uzun yol otobüsleri sessiz ırmaklar geçer
benim ırmaklarım
ırmaklarım benim senin gözlerinden geçer

(biz on ikiden vurulmuş eylüllerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük!)

şimdi ''kaç'' diyorsun da
başka sokağım yok ki
yağmurum yok ki benim!

sokaklar mühürlüdür burada
kalbinde kör bir baykuş telaşı saklar
benim yüreğimde ise hep bir tabur konaklar

kalsam da bu kent beni yaralar
sabahları da kederli çocuk gözleri
göğsünde sahte lambalar

sonra bir yağmur
ipince
bir yağmur daha başlar
ölümün taht kurduğu varoşlarda nasıl da kirlenir aşklar...

yorgun bir baş ayrılacak gövdesinden
ve bir kaçak gibi gideceğim bu kentten

dışarıda simsiyah bir geceye çarpan hırçın rüzgarlar
olsun;
siz başka ölümlerde arayın beni
gidiyorum yollar kollasın kederimi
gidiyorum
bir uzun yol otobüsünün camına düşerek başımı
bir kaçak gibi...

bir baş nasıl ayrılır gövdesinden?

bir rüzgar
ikliminden?

bir ırmak
sesinden?

bir şair
bir şiir ülkesinden?

(her ipi denedim infazıma!)

o kuşlar yine çarpacak o mavinin alnına
o çocuk sekerek yine okul yoluna
kapımı kimse çalmayacak belki
artık uçurdum yüreğimin ıssızlığından ıslak güvercinimi
ömrüm kopacak bir infaz ipi...

belimde bir silah var bu gece dağıtacağım beynimi
bu gece
yine gece
dağıtacağım geceyi birdenbire
damıtacağım yaşamdan rengimi
şu başına buyruk takvimleri kinleri kirleri

belimde bir silah var dağıtacağım beynimi
ömrüm kopaca bir infaz ipi...

sonra ışıklar ve ıssızlıklar içinde yeniden
yürüsem de uğultulu bir gençlikle
ömrüm kuşatılır ihtilallerle

her bıçak tenimi
her namlu beynimi sınar

tutuklarken yangınlar acemi dilimi de
bir anı... bir dize kalır belki geride
kirli yaşansa da günler belki evrilir maviye

(ve güzel bir imge
dolanır dünyanın eksenini yine...)

hayat hep böyle düşünmek düşmek;
''düşmek'' dedim de
düştüğüm çok oldu biliyor musun?
ve düşürüp bir şeyleri düşündüğüm çok oldu...

ağlar gibi olup
da ağlamadığım;
ağlayamaz gibi durup
da ağladığım çağladığım çook!

yurtsuzdum bunu yazdı bültenler de
yurtsuzdum da yeni bir yurt kurdum kalbime
sana bile vize koydum kimlik sordum feride

(ben feodal bir yaraydım belki de...)

oysa ki iki tufandık seninle
lavlardan ayrı düşmüş iki kanardağ
savrulduk usulca günlerin dargın göğsüne

hani yüzün kar çiçekleri gibi açardı
yüzün sığmazdı öpüşlerime ve hep bir kuytu ararken özlem tüten yüzünde
hiçbir aşkı mevsimsiz yaşamadım
da kaç mevsim aşksız feride...

oysa ki tufandık seninle
yatağını arayan iki ırmak belki de
çoktandır dalgınlığımı düşünüyorum göğsüne
yorgunluğumu solgunluğumu bu dar evlere

ve akşamüstleri taşıtların amansızca zırladığı bu kentte
geceler karanlık çiçekler uzak aşklar dağınık
beni anlamıyorsun!

ve biz seninle soğuklar kadar yoksul
çünkü bir ekmeğin öyküsü ilişmiş kimliğime......
sonra geceler boyu izimi sürdü kan düşmanlarım
ansızın sesimi koyacak yer bulamadım

bir sesim vardı
bas bariton
onu dağlara emanet ettim
duruyor
orada
çapraz asıllı silahların gizli esmerliğinde....

artık gözümü kırpmadan vurabilirim kendimi de;
vurabilirim kendimi bir usturanın katil çeliğiyle
ya da o silik duvar yazıları önünde bir paslı tüfekle!
24.00 sonrası... kanlı karanlık çekilirken rengine
bir namlunun ansızın dağıtacağı beynimi
bırakabilirim bulvarda aç gezinen itlere
ardımdan kan
kan koksun gece!

(bilirim cesedimin üstünde bir dal kırılır bir yaprak hışırdar yine; orada 'kime ne'sin
sen; alıp gidesin kendini kendinle....)

ölürsem heceler kalır dişlerimde
ay biter
se bende biter
ay üşür
se ölmüşlüğüm kadar üşürüm ben de

kalınca ömrüm ölüme
yalnız!

(zaten yalnızdım...)

(SONRA BENİ İŞGÜZAR TÜRK BEKÇİLERİNE EMANET EDİNİZ...)

yalnızdık dağlara karşı
ya kentlere?
kentler ki tükürsek içinde boğulacaktık
sulara karşı yalnızım

gecenin desenine ay dokununca
yanlızdık
yük ve türkü taşıyan o ipek yollarına bir de...
işte şimdi ay kanar
yoksa başka ne kanar?
ve uzakta bozkırlarda atlar... atlar... atlar...
atlara yalnızdık!

yanlızdık karanlığa feride...

(şimdi vuruldu bu sevdada bu fısıltıya
çiğnenmiş bir bahçedir artık ömrümüz!)

denizleri özlerdi feride
elleriyle atlasları örterdi
deniz yellerini atlasların

kaldırımlarda 'fosforlu cevriye'ler biterdi sonra yazlık sinemalarda evde kalmış
kızların ciklet çiğnemeleri; mahallelerin bıyıkları tütün kokan emeklilerin ve renkli
giysileriyle külhan gençleri...

bir de sen... sen feride olsan da!

(herkesin bir feridesi vardır ben bilmez miyim herkesin bir ayakkabısı gibi bir de
şarkısı herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim birde kimsesizliği...)

yanmaktan değil yakmaktan 'müebbedenmen' ömrümde
iri dağlar güzel kadınlar sevdim yinede
ve bir tutam hırçın gençlikle
yürüdüm takvimlerin amansız büyüsüne
yüreğim hep uçurumlar denginde

(ve hangi renkte olsakta
kalarak bizi sarıp sarmalayan günlerin asıl rengine
rengarengine...)

benim ömrüm hep beyaza kandı ey 'şarkısı beyaz'
ama hangi beyazı tutsam gri oluyor
sonra boğuluyor
kararıyordu...

hiçbir beyaz
bembeyaz;
hiçbir yaz
yaz
kalmıyordu!

(bütün griler eskiden beyazdı feride...)

tüketmeden bir sevda ezgilerini bir ünlem olmak varken;
üç mevsim ilk yaza açılırken yeşile dolmak yerküreyi
uçurumlarda bile sarmaşık gibi sarmak tek telden her
tele bir akort olmak dorukların dağlarına tutunup kalmak meydanlarında halaylarda
diz kırıp gülmek
varken;
sen sar ve sor bırakıp gitmek varken...

çünkü yalnız sana gelmiştim dağılmıştım sevmiştim;
kabaran belam en unulmaz sularda vurgun yenilmiştim...

(artık sen... sen feride olsan da
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kansan da
kansan da mahvolmuşum kız mahvolmuşum!)

her yağmur bir gök bulur elbet kendine;her yeşil bir dal her su bir damla her ateş
bir kül her takvim bir yıl bulur elbet kendine!her yangın bir duman her öğrenci bir
okul her artı bir eksi her yol bir taşıt her soru bir yanıt;

her aragon bir fransa
her fransa bir elsa...

her karacaoğlan bir zülüf bulur (yeter ki bakmayı bilin her yarin bir zülfü vardır);
her ressam bir tuval her kış bir ayaz her kitap bir okur her şarap bir adam bulur
kendine; yeter ki şarap şarap olsun içen çıkar...

her deniz bir martı her ömür bir tufan her rüya bir uyku her nota bir şarkı her
mezar bir ölüm her ağaç bir kök her dağ bir duman her güneş doğacak bir
kuytuluk bulur ya kendine
bulur ya;

ben
senden
başka
sen
bulamam
b u l a m a m!

paramparça kıldım şiirimi
bu kadar b(ölüm) yeter mi?
s
o
n
r
a

a
ş
k:
sonra!
ve ben gittim yüreğimde kan gülleri
siz de o aşkın teninde dinamit sayın beni!

Feride

sunu:
'istasyonda konuşan iki dilsizdi onlar
ayrılığı söyleyen kara gürültülerde
şaşkındır buralarda ayrı düşmüş aşklar
kış'ın ve silahların beyaz serinliğinde

_l. aragon

k(adın):feride
uyruğu:dünya;
dinin yokdilin var
ve sonrasını ben bilirim

aynı yağmurlardan kaçarken bir saçağa düştük önce;
sonra gece; avluda bir kırık dal dursa üşür feride
tarihini düşünmedim
düşünmedim ama tenimiz tanışır
ama tenimiz tanışır önce
ve terimiz...
o benim avradım olur gecelerce günlerce;
sonrasını... sonrasını ben bilirim...

geceye yağmur inerdi işte böyle sicim gibi ipince
giderek soğuyan dünyamıza kanat vururken kuşlar
ve hüzünle şaşırırken yolunu yitik yıldızlar
feridebir destan gibi yürüdü ömrünü
akmaya yaraşırken sular...

sonra sular sulara günler günlere vururdu
ve hayat onu da
beni de hem ne kötü vururdu;
hayvan gibi vururdu hayat
küfür gibi namlu gibi vururdu...
sonra feride geceler boyu uyurdu.
ileride unutulmuş bir allah kendini doyururdu
ve susunca feride yeryüzü boğulurdu...
yeryüzü yüreğimdi biraz da kurudu... kurudu...

ben onu dilsiz ve dipsiz biçimlerden çaldım kimselere
kimselere bırakmam
öpüşlere sararım gidişlere sorarım
kimselere... kimselere bırakmam!
feride başak kokar esmer başak
gözlerini hep s(aklar) utanırken
sonrasını...
sonrasını ben bilirim.
günler turşu kıvamındaydı; şarkı söyler
rüzgar giyerdik akşamları. masamızda hep
ucu karanfil dururdu; yaralarımızı sarardık
sorardık ihtilal dönüşleri
infazlara sayardık...

kadınlar ve erkekler kendi aybaşlarındaydı:
gelinler su başlarında
şöförler direksiyon gerillar silah başındaydı.
bitmezdi tükürdüğüm savaşlarda 'a
poletleri büyük beyni küçük' generallerin!
orospular sızardı gecenin yırtmacından
yırtmaçların tenine küfür dolardı
ve küfür yazardı gazeteler
geceler küfür kokardı/ alkol ve sperm
günlerin yaslı yüzünde kirli kan
ve peçeteler...

peçetelerde günler turşu kıvamındaydı
faşizim kıvamında işkenceler
bir uzun yol şöförü yolları
yolları feride'yi andığım gibi anardı
geceye devriyeler dolardı

ne o
kimliksiz miydik?
feride hınca hınç grevdedir tek tip insan pazarlarında;
dağlara atarımbulutlara katarım onu kimselere
kimselere bırakmam!

kül gecelerinden çalarken onu ateşlerin içinden
bastım bağrıma üzüm suyu damıtır gibi
sarar gibi ağrısını ışık kanatlı bir güvercinin
dirildim diriltim onu kimselere bırakmam
kimselere!

sonra tenini tutkuladım avuçlarımda
mühürledim dudaklarını ateş kızıllığında
kattım onu yasak şarkılarıma kitaplarıma
feride'yi şiir saydım biraz da...
nisan'ın kızıdır feride; bundandır
nisan güneşi sinmiştir tenine ve kokusu
otların kırlangıçların...
dağları uyutur koynunda kavgalara gidince;
sonra aşk olur
kadın olur bana gelince... ki aşkın saati gömleği takvimi yoktur;
uçarı bir rüzgar gibidir
ansızın ne yana dönse yüzümü ufka çeviririm.
sonrasını... sonrasını ben bilirim...

feride tütünü türküye banarda içer
yüreğinde bir tufan negatifleri
ölümden gelmiş kollarıma yakışmış
bırakamam kimselere
k i m s e l e r e !

feride şiir huyludur gül kokuludur
gül kokuludur gözleri ile gözlerime dokunur
dokunur

vaay!
o aşklar ki hayatın teninde sonrasız bir oyundu
dağıtınca bir yangının alanında süngüler
birileri anlatmaya koyuldu

'(...) bu gün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yinelemeyenlerden başka) çünkü
dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler
öğütleri haber vermeleri
yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor.
şu son yıllarda gördüğüm bizde bir şey kırdı.
Bu şey insanın güvenidir; o güven ki
insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından
insanca karşılık göreceğimize inandırır bizi (...)
insanlar arasında sürüp giden uzun
diyalog bitti'...

-A.camus-

(herkesin bir feridesi vardır bilmez miyim
herkesin bir ayakkabısı gibi birde şarkısı
herkesin bir kimsesi vardır bilmez miyim
bir de kimsesizliği..)

gözlerimle gözlerime dokunuyosun
bir bilsen o an gözlerim oluyosun
kaçalım beni gören sen sanacak

görüyor musun dağlara dokunuyor insanlar
giderek dağlaşıyorlar
görüyor musun adınla başlıyor her şey
karın eriyişi yağmurun dirilişi
özlemenin ilk harfi gücün hecelenişi

adınla!
adınla her şey: şarabın dökülüşü sesimin eskimeyişi...
ben ise sana abanıyorum
büsbütün aşk kesiyorum...

yenile yenile bana abanıyosun sende
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutumak oluyor bu yangın yerlerinde
ben nereye gitsem biraz senden gelirim
ardımdan kuşlar ve uykular gelir...

feride
ey yaar!

gelip bana çıkıyor bu kent
ben kentlere çıkıyorum
kentler kent olmadı feride
bir türkü tutturup açabilmeliyim anlımı
gecelerinde
güne koşarken çocuklar güne erkenden
ya deniz yada dağ kokmalı yolları

çocuklar çocuk olmalı
aç bakmalı sevgiye
çocuklar bazen bir ülkedir
gözleri gök (yüzünde)

ter ve güneş kokarken işçiler evlerinde
herkes gibi olmalıadı gibi
yoksa sonumuz olur feride
utanır rüzgarlar hakedilmiş iklimlere

çarşılarda kalabalık yürüyor
sanki topyekün bir ülke toprağın şiddetinde
ansızın o kalabalık soluyor'faili meçhul'lerde

(bu kalabalık ölmese
aşk
önce!)

çarşılarda kalabalık yürüyor
her yanım kalabalık ve kabarık
duramıyom böyle
çarşılara abanıyorum bende
-gülüşleri konuşmaları oturuşları nerde?
hani çocuklar mavi esintilerde?
bu kanlar da ne?

bir bilsen o an gömleğimi parçalıyorum günün orta yerinde
çatırdıyarak kopuyor düğmelerim
suçlulular nerde?
bıyıklarımı kemiriyorumbitiyor
çekip koparıyom saçlarımı
bir bilsen ter damlıyor yüreğimden yerlere
bileklerim kesilmiş damarlarım dökülmüş caddelere

çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yanlız çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor feride...

keder bile yıkar bendini
yağmur iner gök boşaltır içini
büyür
mü benim yüzyılım
b e n i m y ü z y ı l ı m h a n i ?

çoğaldım ve bir soruyla dolaştım sokakları
bir soruyla açıp her sabah penceremi
benim yüzyılım hani?
benim yüzyılım hani?

sonra susamışlık oldum gitgide
ağlamışlık kanamışlık birdenbire
artık bütün sularda bir susuzluğum
yankısı yok sesimin caddelerde
'bir yudum' diyorum sonra 'bir yudum
halkım!'
çarşılara abanıyorum işte
çarşılar yanlız çarşılar yalan
çarşılar bana abanmıyor feride...

artık böyle başlar gün: gün tomurcuk patlar
bir dal kırılır apansız.
birileri düşer yağmurlara... yağmurlar zamansız...
belki ağzının kıyısı kansız
yarım kalır türküsü;
dağılır yiter sesi
anlatılır rüzgarlara öyküsü...
daha önümde ardımda korkunun kokusu
dağlarda kırılan alevin yanlızlığın
vahşetin böhründe zulmün tortusu!

sonra güne koştum güne coştum kucağımda dünyaların
türküsü; çıkıp kentin en geniş meydanına boğazımı
gömleğim gibi yırtıyorum:
susmayın! bir şey bilmiyorsanız küfredin düpedüz
küfredin işte!

bir şey anlamıyorlar bile; o an gökyüzünde dingin bir
bulut duvarları aşabilen rüzgarlar çarpıyor yüzüme...
(bakıyorum da kanım pıhtılaşıyor
üstüm başım kir karanlık vay balam!)

kapıyı yağmur diye çaldılar oysa
açtık:
k a s ı r g a!

kasırga
kasılıyor
kalarında ülkemin

(bu hep böyle sürmese
aşkönce!)

sonra bir bilsen teni kan içinde hayatın
eti kan yılmaz'ın sesi kan
bir kahve önünde duruyorum
insanlar öylece oturmuş kendilerini turşuluyorlar
tuzsuz...

-dikkat dikkat!
ülkem dolaylarında yatmakta olan insanlar için
.... guruplarında kan
aranmıyor!

yitirdik infazda günlerimizi
can aranıyor!can aranıyor!

birden ön masadan üç adam kalkıyor
'kes ulen' diyorlar: '-ne canı? can burada işte!
oturmuş pişti oynuyor çayına kahvede!'

utanıyor çok utanıyorum
benim yüzyılım hani?
ülkem nerede?
arkadaşlar su.. su yok mu be!

d(erken)
'kimliğiniz lütfen...'

yerlerde pıhtılaşmış kanların üzerinden
bir uğultu ummanında seslerin üzerinden
çarşılar yanlız kentlerin üzerinden
sessiz... sensiz gidiyoruz feride...

EY KASIRGALARDA OKYANUSLAR ÇİĞNEYEN GEMİ
AYRILIKSA: VUR SİNEME ÖLDÜR BENİ!'

'...yapılmamış unutulmuş itirazlar mı vardı? kuşkusuz vardı böyle itirazlar (...)
nerdeydi şimdiye kadar görmediği o yargıç? nerdeydi o yüksek mahkeme?
konuşacaklarım var el kaldırıyorum...'

-f.kafka-

(poliste)
portatif bir hayat
katlanabilir!

belliki tenimin rengini yitireceğim
ve hayat yitirecek rengini yüzümün sustuğu yerde
korkarak yürürken caddelerde
benim yüzyılım hani?
ülkem nerede?

feride
şimdi yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durayım güvertede gözlerine

(beni böyle bir eller
beni yollar beni yeller
kelepçeler hücreler beni
alıp gitmeye
inan ki feride inan
aşk
önce!)
(gözümü bağlıyorlar; korkma sevgilim! gözümü
gönlümü değil...)

kanlı karanlık odalarda
beni morartıyor azaltıyor ve azdırıyorlar
böyle her seferinde çıkınca fırında ekmek gibi kabarıyorum
sonra bir çoğalıyor bir çoğalıyor bir çoğalıyorum

(bir güzel renk değiştiriyorum; korkma! yürek değil renk değiştiriyorum sadece..)
ben can camiler e(zan) derdinde!
kollarım gidiyor önce ayaklarım ellerim
saçlarım gitmişti zaten bileklerim gitmişti

biliyor musun bir sen kalıyorsun içimde
yüreğimin alazında biz bize
ağlaşıyoruz sesizce...

(sonra gözlerim açılıyor; korkma! dilim değil gözlerim sadece...)

(mahkemede)
yurdum
seni
'devlet
topraklarının
bir
kısmını
veya
tamamını
ayırmaya
yönelik'
ve
gizli'
s e v i y o r u m
dediler

(hapisanede)
buraya gelme feride
bir hançer gibi saplama
savuran gözlerimi yüreğime

yine o öksüz koridor yaslı ve yaşlı koğuş
küf ve sidik kokuları yine
ben valeybol oynuyom bahçede
birikmiş volta borcumu
taksitle her gelişte ödüyorum

aldırma bir kedere sevkolunmuş suretim
kadınım
kardelenim
gülenim!
(bir de sen... sen feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız mahvolurum!)

ekmeksiz kal da demiştim
içeride
kavgasız kadınsız çaresiz kalma
bunları yazmadılar hayat bilgisi kitaplarında!

olmasam da hey feride tüten geceler
feride yine tütünü türküye banar da içer
yüreğimde bir tufanın negatifleri
yazmadılar!

oysaki ben aşka inanıyorum
hep ölüm bu(yurdunuz)
yazıyorum:
ey devlet
ey tanrı artık o(kulun) yok senin!

ben uçurumlar önünde kendimi kemiren kerem
artık beni kemiren türküler dinlemem

dinlemem
ki rüzgardım
usluca kedere kaldım
yürüdüm göçebeydim;
yürüdüm kurşunlandım!
sonra mart kaldım eylül kaldım ey susmanın çorak iklimi!
yüzüme uzun sürmüş soruşturmalar yorgunluğu
çarmıhlara gerildim ölümlere tek kaldım...
bu
tufan
ne yana
yana
yana
susmayı dilince
büyümeyi bilincine devşiren çocuk!

(dışarda)
çıktım
da uyku sızarken gecenin şarkısından
nerede yaralı kuşları yorgun yüzümün
kendi köpüğünü eriten bir denizde?
bileylenen her bıçak kınında çirkin
kınından çık yüreğim geç mi kaldın geç mi kaldın?

çıktım kanlı karanlık odalardan
elbet çıkarım çıkacağım!
şimdi dağları aralasan bu akşam üstleri ben çıkarım
kuşları kovalasanyürüsen yollara göçebe yanım
geceleri kanatsan alnımda yağmursaçlarım kar türküsü çıkarım!

( ben bu çiçeği bölsem koklasam sen çıkar mısın?)
bu nasıl yalan yollar ki böyle yürüdüğüm
saçlarımın kokusu sinmiş bu kente
bu gece saçlarından geçiyorum yüreğim ter içinde
sussam yokluğun kan tükürür beynime
geceler büyürse tutsağım sabahlar doludur yüreğime

çıktım
da kentler kent değildi yine
belki bu yüzden tüketmiş soluğunu şarkılar
kuşlarda gitmiş keder büyümüş
ama hiç boğulmamış içimizde kıyılar...
(kıyılara varsan ben çıkarım
halkımı tanısan yurtsuz çıkarım!)

kal kendinin anası ol doğur kendini
sonra gel beni doyur büyümeden açlığım

sesim mi
o da büyür sen kaygılanma

gel
bata
çıka
çıkalım
düşe
kalka
gide duragüle
ağlaya...

(bana kalsa bir namlunun ucundan rengimi sesimi alır çıkarım
ben bu şiiri okusam sen çıkar mısın?)
sonra zıbarıp kalmak için yer ayırttım bir 'palas palas'ta;
oturup fotoğraflarına baktım yazı makinamın içinde
külleri temizledim. sokağa çıktım yasak yürüdüm;
üzerime
adını almayı unutmadım...
yollara dokunmadım kedilere camlara dokunmadım;
yıldızlara...
yıldızlara hiç dokunmadım dokunsam düşecektin...

sonra geceye şiirler okudumbitti
bitmedin!
bilsen ne çıkar; hem nasıl bileceksin?

(sen bir şeyler bilsen bildiğinden ben çıkarım
çocukluğuma dokunsan öksüz çıkarım...)

şimdi sokaklardayım
sokaklarda... içimim sokaklarına adın yürüdü
adın satırbaşlarında ayrılıkların
oysa ben bu geceyi bilmiyorum yolları bilmiyorum
unutmayı hiç;

şimdi sokaklar bile esniyor uyumayı bilmiyorum...
yanmamış bir gaz sobasının yerlere dökülmüş artıkları
soluğumu kesiyor.
soba boruları kırık camlardan dışarıya uzuyor;
dışarıda kar dışarıda rüzgar esiyor;
uykusuzluğa uyuyorum...
dört battaniye aldım üstüme
üşüyorum feride; kalkıp şiir yazacağım
ama hep şiir mi
yazılırmış kuşatılmış gökyüzüne?

ben seni. seni diyorum;
nasıl gelirim hangi sokaklar çıkar sokak desene?
yine o gitmelere gitmeden
seni yorumluyor sana yoruluyorum işte
başka nereye giderim söylesene?

sonra bir bakıyoruz biz kokmuşuz biz bize
taşıdık taşındık bitti
öpüp durma üç numara traşlı kafamı öyle
feride kız geldim işte
ağlama şişmanlarım yine
yine sevişiriz sur dibinde bahar gelince

feride bu sen misin nasılsın söylesene?
ellerin... ellerin nerede?
bak ıssız bir ada gibiyim beni çevrele
beni sar beni sor beni ağlat bu gece

üşüyorum bana bir palto bul feride
ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle
geceler çarpıp düşsün dalgın güzelliğine

gözlerini sil ve bu sevda kadar koyu bir çay tutuştur ellerime
yok gitme!
gitme sen gidince sevmek yüreğimde düğümleniyor
özlemeyi yutkunuyorum
sonra pencerene ürkek kuşlar konuyor
şu gök var ya şu gök birden üstüme çöküyor
yok gitme
gitme aç göğsünü ısınıp kalayım öyle

diyorum ki bir koluma seni
çıkınca
diğerine ülkemi
gör ki payıma çığlıklar düşmüş ve kül geceleri
benim yüzyılım hani?
çarşılar çarşı mı şimdi?

belki insanlar tenine gül sunmaz diye
kir görmez diye
hasrettir böyle kanla ıslak
ve kire karılmış böğrünün asıl rengine
darda
daralır bir yerlerde...

bana bir ülke getir feride
üstünde masmavi bir gök olsun

saçlarını çöz
sağrılarını ıslak taylar gibiyim
ve tenin senin
doludizgin bir ülke

gözlerimin ortasında
gözlerimin ortası
tenini hatırlat tenime
bana aç vücudunun deltalarını
kadın kokunu ver
sulamak için rahminin kıraç topraklarını

şimdi aşk
önce!

(bu sensin
ve sensin
bu terin ve tenin ıslaklığı
kal öyle
ısıt gözlerimi gülüşlerinle...)

birazdan kapılar kırılacak belki de
birazdan kapkara bir örtü olabilir gözlerimizde
biz diz kırarken sinesinde sancının
yolunur papatya deşilir ten ve yara da
çünkü ölmek günleri biraz da
gülmek günleri (de) inadına
gün gülümsemeleri ardında

gün gülümsemeleri ardında
dağlandıkça
dağlaşmak
ve dağları sevmeye yaraşmak
yaraşmaya
yanaşmak günleri...

sen de yanaş kıyılarıma bir vapur gibi
çarpıp durmayım güvertelerde gözlerine...

her gün bir avuç öldüğüm bu cehennemde
el verdiğim kentler vurulacak vurulacağım
bu yangı kabardıkça çok yanacağım!

farkında mısın infazlara ayarlı saatler yine
bu kabartma geceleri susmak böyle...

caddeye bir taşıt huzmesi düştü görüyor musun
bak bakalım beni mi arıyorlar
ya da ne geziyorlar gecede yarasa gibi?

bakarken görünmesin göğüslerin pencereden
yollar bir çift gül görmeye alışık değil...

tan atacak birazdan geceyi yırtarak yine
saçların da dağınık her yanın ter içinde

feride
sen bu kadar akıllının içinde nasıl
nasıl delisin böyle?

sevdan kıl beni kaybetme ellerimi
tutmazsam
dağlara çığ düşerken o çınarlar susarken
tutmazsam kırılır elim
tutmak kirlenir...

ben yolculuğum
sen bildiğim yol gibi
toplayıp ıssızlığa kirlenen eylülleri
geç hiç eskitmeden sevgileri
bazen de çalarak kendime bedenimi
girmesen
geçmesem yollar kirlenir...

benden kalan incelikler var sende
ateşimin örsüsün sana akar ırmaklarım
akar
ve biterim

bitmesek taşarız
bitmek kirlenir...

topla denklerini ürkmeden
külü dök ateşi yüklen
kentlerde yazısı silik duvarlarsa bulvarlarsa geçilen
sen sen ol apansız gelen gece bitmeden
gelmesen söz kirlenir

kime aitse kucağın
açık tut
ve diri
tutmasan insanlığın kirlenir...

bak sevda bu tut söz
hem kim var ki böyle sevecek seni?

öpmesem dudakların
yazmasam şiir
sevişmesem kadınlığın kirlenir...

ve bir gün değil her gün her şey kirlenir
çalarak bir şeylerin hayattan ve insandan
yenibaştan
yenibaştan

kirlenmeyen tek şey ise
kirdir...

rüzgar
ve kar
kar... yurdumda
bir dal daha kırılıyor rüzgarda
kimseler bilmiyor
o dalı yeşertebilir miyiz feride
baharda?

iki gözüm kar yağıyor dışarıda
elimden terliyor ellerin
kar yağıyor yoksul gecelerine ülkemin
pencerelerine perdesizliğin

kara kan karışıyor!

kara bin damla kan düşürüyoruz
çoktandır ayaz günleri ülkemin

karda
kar değil
kan mevsimi

bırak serseri yağmurlar darbeci generaller vizite
kağıtları ve gündelik telaşlar bir an bir yerlerde kalsınlar!
gecenin yüzüne karşı konuşan cinayetlerde ölümdü
kederdi hasretti gördüm!
tüyleri dökülen bir kuşun yüreği kadar sıcak
ve bir kez ağzımızdan çıkmış bir küfürdü hayat!
şimdi göç yollarında mısın?
yurdunu mu yitirdin?
örselenmenin yurdu
yok! aşkın yurdu
yok! özlemenin
yok!

daha gece bir keder salkımıyla geliyor; bir salkım da
bizden! yollara çıkmanın yurdu
yok! yürümenin
yok!

şimdi hasret iri gözlü bir çocuktur çırılçıplak kıyılarında
her uçurumun! göç yollarında yurdum yağmadırkabarık
ve kangren! ömürlerin ömrü
yok! efkarın takvimi
yok!
(yok! yağma kabarık ve kangren...)

şimdi bir namlu gibi gözlerin
dışarıda kar dinmiş
çamlar gelin...

bak bir izbe oda düşmüş payımıza
ısrarda çoğalıp inadına
ışıkları söndürelim
susmasın elim
tenimi tanı
kokumu
ve terimi
bu çığlık bir bıçak olup yırtacaksa geceyi
al göm göğsüne dağlanmış
süretimi
al da susalım biraz

hep aynı göğe büyürken ellerimiz

bana bir ölüm tarif et feride
yakma cıgaranı
çek şu kibriti de
olur ya
dinamit gibiyim bu gece...

aldırma! bir kerede sevk olunmuş süretim
kadınım
kardelenim
gülenim...

daha yenile yenileme bana abanıyorsun sen de
ateş kesiyor dudakların
saçların iri bir tutunmak oluyor yangın yerlerinde
bırak! çarşılar bana abanmasa da
çarşılara abanacağım yine
yoksa yaşamayı oynamıyorum işte
yoksa bu şiir burada biter feride

çarşıları yalnız kentleri öksüz
şiirleri yarım bırakmayalım!

kentler kent değilse
parçalanırım yine
gömleğimi boşuna ütüleme
bencağız damarlarım dökülsün caddelere
ter damlasın yüreğimden yerlere
çarşılar bana abanmasa da
bırak! ben çarşılara abanacağım yine...

şimdi sınasam
mı gücünü göğe sokulan ellerimin?
sıkıyönetim ''dört ay daha'' olağanlaştı
karanlık koyulaşıyor üstünde çok öldüğüm günlerin

sonra kirli bir duman çöküyor kente
serçelerde sonbahar mahmurluğu...

şimdi aaaaa ve arabesk geceleri bu kentin
ve ölesiye yanlızlığım;
candan geçip feride'den geçilmez geceleri bu kentin

(bir de sen... sen feride olmasan
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kanmasam
kanmasam mahvolurum kız mahvolurum!)

sana bir bıçak vereyim rüyalarımı dağıt
bir rüzgar vereyim külümü
bir sevda vereyim kuraklığımı dağıt

biz o yıllar rezil gecelerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük
sıcaklığımı al şimdi bu üşümeleri dağıt

bak bu kentler yeter bize
sevişmek için de çıldırmak için de!

kalabalık ol gel yalnızlığımı
gövdemi vereyim gel dağıt açlığımı...

d(erken) yıllar geçer
o herhangi bir gün de akşam olur
akşam olur sen bana bir bardak çay getirirsin
ensenden öperim o saat bardakta şeker gibi erirsin
sen bir yaz güneşisin bakınca gözlerin bir sevinir bir sevinirsin

yüreğimden ansızın okul çocuklarının trampetleri geçer
tramvaylar havai fişekler geçer
benim yüreğimde ise hep uzak ki yollar
içinden uzun yol otobüsleri sessiz ırmaklar geçer
benim ırmaklarım
ırmaklarım benim senin gözlerinden geçer

(biz on ikiden vurulmuş eylüllerde üşüdük
hey gidi kirli günler ne çok üşüdük!)

şimdi ''kaç'' diyorsun da
başka sokağım yok ki
yağmurum yok ki benim!

sokaklar mühürlüdür burada
kalbinde kör bir baykuş telaşı saklar
benim yüreğimde ise hep bir tabur konaklar

kalsam da bu kent beni yaralar
sabahları da kederli çocuk gözleri
göğsünde sahte lambalar

sonra bir yağmur
ipince
bir yağmur daha başlar
ölümün taht kurduğu varoşlarda nasıl da kirlenir aşklar...

yorgun bir baş ayrılacak gövdesinden
ve bir kaçak gibi gideceğim bu kentten

dışarıda simsiyah bir geceye çarpan hırçın rüzgarlar
olsun;
siz başka ölümlerde arayın beni
gidiyorum yollar kollasın kederimi
gidiyorum
bir uzun yol otobüsünün camına düşerek başımı
bir kaçak gibi...

bir baş nasıl ayrılır gövdesinden?

bir rüzgar
ikliminden?

bir ırmak
sesinden?

bir şair
bir şiir ülkesinden?

(her ipi denedim infazıma!)

o kuşlar yine çarpacak o mavinin alnına
o çocuk sekerek yine okul yoluna
kapımı kimse çalmayacak belki
artık uçurdum yüreğimin ıssızlığından ıslak güvercinimi
ömrüm kopacak bir infaz ipi...

belimde bir silah var bu gece dağıtacağım beynimi
bu gece
yine gece
dağıtacağım geceyi birdenbire
damıtacağım yaşamdan rengimi
şu başına buyruk takvimleri kinleri kirleri

belimde bir silah var dağıtacağım beynimi
ömrüm kopaca bir infaz ipi...

sonra ışıklar ve ıssızlıklar içinde yeniden
yürüsem de uğultulu bir gençlikle
ömrüm kuşatılır ihtilallerle

her bıçak tenimi
her namlu beynimi sınar

tutuklarken yangınlar acemi dilimi de
bir anı... bir dize kalır belki geride
kirli yaşansa da günler belki evrilir maviye

(ve güzel bir imge
dolanır dünyanın eksenini yine...)

hayat hep böyle düşünmek düşmek;
''düşmek'' dedim de
düştüğüm çok oldu biliyor musun?
ve düşürüp bir şeyleri düşündüğüm çok oldu...

ağlar gibi olup
da ağlamadığım;
ağlayamaz gibi durup
da ağladığım çağladığım çook!

yurtsuzdum bunu yazdı bültenler de
yurtsuzdum da yeni bir yurt kurdum kalbime
sana bile vize koydum kimlik sordum feride

(ben feodal bir yaraydım belki de...)

oysa ki iki tufandık seninle
lavlardan ayrı düşmüş iki kanardağ
savrulduk usulca günlerin dargın göğsüne

hani yüzün kar çiçekleri gibi açardı
yüzün sığmazdı öpüşlerime ve hep bir kuytu ararken özlem tüten yüzünde
hiçbir aşkı mevsimsiz yaşamadım
da kaç mevsim aşksız feride...

oysa ki tufandık seninle
yatağını arayan iki ırmak belki de
çoktandır dalgınlığımı düşünüyorum göğsüne
yorgunluğumu solgunluğumu bu dar evlere

ve akşamüstleri taşıtların amansızca zırladığı bu kentte
geceler karanlık çiçekler uzak aşklar dağınık
beni anlamıyorsun!

ve biz seninle soğuklar kadar yoksul
çünkü bir ekmeğin öyküsü ilişmiş kimliğime......
sonra geceler boyu izimi sürdü kan düşmanlarım
ansızın sesimi koyacak yer bulamadım

bir sesim vardı
bas bariton
onu dağlara emanet ettim
duruyor
orada
çapraz asıllı silahların gizli esmerliğinde....

artık gözümü kırpmadan vurabilirim kendimi de;
vurabilirim kendimi bir usturanın katil çeliğiyle
ya da o silik duvar yazıları önünde bir paslı tüfekle!
24.00 sonrası... kanlı karanlık çekilirken rengine
bir namlunun ansızın dağıtacağı beynimi
bırakabilirim bulvarda aç gezinen itlere
ardımdan kan
kan koksun gece!

(bilirim cesedimin üstünde bir dal kırılır bir yaprak hışırdar yine; orada 'kime ne'sin
sen; alıp gidesin kendini kendinle....)

ölürsem heceler kalır dişlerimde
ay biter
se bende biter
ay üşür
se ölmüşlüğüm kadar üşürüm ben de

kalınca ömrüm ölüme
yalnız!

(zaten yalnızdım...)

(SONRA BENİ İŞGÜZAR TÜRK BEKÇİLERİNE EMANET EDİNİZ...)

yalnızdık dağlara karşı
ya kentlere?
kentler ki tükürsek içinde boğulacaktık
sulara karşı yalnızım

gecenin desenine ay dokununca
yanlızdık
yük ve türkü taşıyan o ipek yollarına bir de...
işte şimdi ay kanar
yoksa başka ne kanar?
ve uzakta bozkırlarda atlar... atlar... atlar...
atlara yalnızdık!

yanlızdık karanlığa feride...

(şimdi vuruldu bu sevdada bu fısıltıya
çiğnenmiş bir bahçedir artık ömrümüz!)

denizleri özlerdi feride
elleriyle atlasları örterdi
deniz yellerini atlasların

kaldırımlarda 'fosforlu cevriye'ler biterdi sonra yazlık sinemalarda evde kalmış
kızların ciklet çiğnemeleri; mahallelerin bıyıkları tütün kokan emeklilerin ve renkli
giysileriyle külhan gençleri...

bir de sen... sen feride olsan da!

(herkesin bir feridesi vardır ben bilmez miyim herkesin bir ayakkabısı gibi bir de
şarkısı herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim birde kimsesizliği...)

yanmaktan değil yakmaktan 'müebbedenmen' ömrümde
iri dağlar güzel kadınlar sevdim yinede
ve bir tutam hırçın gençlikle
yürüdüm takvimlerin amansız büyüsüne
yüreğim hep uçurumlar denginde

(ve hangi renkte olsakta
kalarak bizi sarıp sarmalayan günlerin asıl rengine
rengarengine...)

benim ömrüm hep beyaza kandı ey 'şarkısı beyaz'
ama hangi beyazı tutsam gri oluyor
sonra boğuluyor
kararıyordu...

hiçbir beyaz
bembeyaz;
hiçbir yaz
yaz
kalmıyordu!

(bütün griler eskiden beyazdı feride...)

tüketmeden bir sevda ezgilerini bir ünlem olmak varken;
üç mevsim ilk yaza açılırken yeşile dolmak yerküreyi
uçurumlarda bile sarmaşık gibi sarmak tek telden her
tele bir akort olmak dorukların dağlarına tutunup kalmak meydanlarında halaylarda
diz kırıp gülmek
varken;
sen sar ve sor bırakıp gitmek varken...

çünkü yalnız sana gelmiştim dağılmıştım sevmiştim;
kabaran belam en unulmaz sularda vurgun yenilmiştim...

(artık sen... sen feride olsan da
bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kansan da
kansan da mahvolmuşum kız mahvolmuşum!)

her yağmur bir gök bulur elbet kendine;her yeşil bir dal her su bir damla her ateş
bir kül her takvim bir yıl bulur elbet kendine!her yangın bir duman her öğrenci bir
okul her artı bir eksi her yol bir taşıt her soru bir yanıt;

her aragon bir fransa
her fransa bir elsa...

her karacaoğlan bir zülüf bulur (yeter ki bakmayı bilin her yarin bir zülfü vardır);
her ressam bir tuval her kış bir ayaz her kitap bir okur her şarap bir adam bulur
kendine; yeter ki şarap şarap olsun içen çıkar...

her deniz bir martı her ömür bir tufan her rüya bir uyku her nota bir şarkı her
mezar bir ölüm her ağaç bir kök her dağ bir duman her güneş doğacak bir
kuytuluk bulur ya kendine
bulur ya;

ben
senden
başka
sen
bulamam
b u l a m a m!

paramparça kıldım şiirimi
bu kadar b(ölüm) yeter mi?
s
o
n
r
a

a
ş
k:
sonra!
ve ben gittim yüreğimde kan gülleri
siz de o aşkın teninde dinamit sayın beni!

FERİDE

herkesin bir feride'si vardır ben bilmez miyim
herkesin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı
herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim
bir de kimsesizliği
(...)
d(erken) yıllar geçer
o herhangi bir gün de akşam olur
akşam olur sen bana bir bardak çay getirirsin
ensenden öperim o saat bardakta şeker gibi erirsin
sen bir yaz güneşisin bakınca gözlerine bir sevinir
bir sevinirsin..

yüreğinden ansızın okul çocuklarının trampetleri geçer
tramvaylar havai fişekler geçer..
benim yüreğimde ise hep uzak ki yollar
içinden uzun yol otobüsleri sessiz ırmaklar geçer..
benim ırmaklarım
ırmaklarım benim senin gözlerinden geçer...

GİTTİĞİN YER

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

herkes yeniden yazgısına kanacak
gittiğin yer kalbimde hep kan kadar sıcak

gittiğin yeri anlamak
gittiğin yeri ağlamak

bir çerçevede yarım bir gülüş
ve yalnız bir fotoğraf bırakarak

yine bahar açacak, güvercinler uçacak
gittiğin yerlerde sana kimler bakacak?

gittiğin yer bir yağmur damlası kadar yakın
gittiğin yer bir uçurum kadar uzak

seni benden zaman, seni ölüm alırdı ancak
gittiğin yer hasretimin kavalyesi olacak...