1 Ağustos 2008 Cuma

AHMED ARİF

Ahmed Arif’ten söz etmek, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren şiirimizde çok özgün bir mecradan, bir satırbaşından söz etmek demektir. Onun şiirleri, tematik unsurlarıyla, fonetik ve semantik yapısıyla, imgesel özerkliğiyle bugüne dek ayrıksı kalabilmeyi ve yazıldıkları yıllardan bugüne, aradan geçen yarım yüzyıla rağmen zamana direnerek hâlâ beğeniyle okunmayı başaran şiirlerdir.
Bu bakımdan çok “özel” bir şairdir Ahmed Arif. "Hasretinden Prangalar Eskittim" adlı tek yapıtı ve bu yapıtında yer alan on dokuz şiiriyle, yıllar yılı bu denli yaygınlaşarak okunması da, onu eşsiz kılan yegane faktörlerden biridir… Fırat’ın asiliği de, Dicle’nin zarafeti de bir çavlan gibi akar onun şiirinde; demek istediğim, hem epik hem de lirik olmayı başarmış ender şairlerden biridir.
Şairler ve yapıtları hakkında inceleme, biyografi ya da deneme yazmayı kendime iş edinmedim hiç; onun yapıtına ek bir biyografi yazmam önerildiğinde ise hiç tereddüt etmeden üstlendim; çünkü kültürel, ideolojik ve estetik paydada onunla yakınlığım, bu yakınlığın gerektirdiği vefa duygusu ve anısına taşıdığım saygıdan dolayı, bunu ustam, hemşehrim Ahmed Arif’e karşı bir vefa borcu ve bir sorumluluk saydım.
Eklemek gerekir ki, salt yazdıklarıyla değil, şiire saygısıyla, yaşam pratiğiyle; öfkesiyle, restleriyle, susuşuyla, duruşuyla da incelenmesi ve yeni kuşaklara şair adabı, şair ahlâkı bakımından örnek gösterilmesi gereken bir şairdir Ahmed Arif.
Çocukluğu, İlk ve Ortaöğrenim Yılları
Ahmed Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı sokak 7 no’lu evde dünyaya gelir. Bu ev, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden biridir.
Asıl soyadı Önal’dır. Babası Kerküklü Arif Hikmet, anası Erbilli Sare hanımdır. Şair, bir söyleşide ailesi hakkında şu bilgileri verir:“Babam Kürt değildi. Babamın babası kaymakamlık ve mutasarrıflık yapmış. Sonra memurluğu bırakıp ticaretle uğraşmış. Rivayete göre babamın ataları Rumeli’den oralara, yani Kerkük’e görevli gelmişler… Babam askeri okulda iken cepheye, savaşa gönderilmiş. Bu okul rüştiye midir, yoksa sultani mi, bilemeyeceğim. Babamın savaştaki rütbesi süvari başçavuşu. Sivil hayattaki son görevi nahiye müdürlüğü. Üç-dört yıl Harran’da kaymakam olarak çalıştı, ama o aslında bir vekalet idi. Yani asli bir kadroda değildi…
“Benim anam, babamın üçüncü hanımı. Yani öz anam Kürt’tür. O dönemin soylu bir ailesinin tek kızıdır. Dedem, yani anamın babası ünlü bir din bilgini. Adı imam Yahya Abdülkadir. Ayrıca şeyh Abdülkadir Cibrali diye de anılır. Anamın nüfustaki adı Sare. Serohan, Zehrahan, Zöhrehan öteki isimleri. Babasının tek kızı, yedi erkek kardeşi var. Hepsi de ünlü İngiliz casusu Lawrence’ın kiralık katillerince öldürülmüş. Anam, ben çok küçükken ölmüş. Benden sonraki kardeşimin doğumunda. Kardeşim de doğum sırasında ölmüş. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten, adam eden Arife anamız; Bingöl’ün Musyan yöresinden soylu bir ailenin kızı…
“Ninelerimiz de, teyzelerimiz de birer melekti. Gerçek birer melek. Beni sevdiler, sevdiler, sevdiler… Kendi öz çocukları gibi… Babamın ilk hanımı Ziynet hanım milyarder bir aşiret reisi. Ondan bir oğlu var. Muhammed Necati. Necati ağabeyim öğretmendi, rahmetli oldu.”1
Ahmed Arif, beyanına göre öz annesini 1929’da, iki yaşındayken yitirmiş; üvey annesi Arife Önal’ı ise 15 Ekim 1983’te…
Halen Diyarbakır’ın Balıkçılarbaşı semtinde PTT şubesi olarak kullanılan binada bulunan anaokulunda Ahmed Arif’in okuma yazma öğrendiği yıllarda, babası da o dönem ordudan ayrılmış , Diyarbakır Nüfus Müdürlüğü’nde memur olarak çalışmaktadır. Çok geçmeden babası Arif bey, Siverek’in Karakeçi bucağına müdür olarak atanır. Böylelikle ailece Siverek’e yerleşirler. Siverek’te önce Ordu Mahallesi’nde, sonra Şehir Mahallesi’nde otururlar. Ailenin Siverek’te kalışı -babasının Harran kaymakam vekilliği dahil- on iki yıl sürmüştür.
1934 yılında Ahmed Arif, Siverek İlkokulu’nda öğrencidir. O yıllarda bölgeyi kapsayan Birinci Umumi Müfettişlik sınırları içinde ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyası başlatılmıştır. Türkçe dışında başka bir dille konuşanlar karakollara götürülüp dövülmekte ve haklarında soruşturma açılmaktadır. Bu uygulamaya ilişkin çarpıcı bir tanıklığını şöyle anlatır Ahmed Arif:
“Siverek’te Kanlıkuyu diye bir yer var. Çok eski bir yapı. Büyük kısmı yakılmış, ama bir tarafı sağlam duruyor. Orada bir karakol var. Yanında da bir yazlık. Zaten orada kış, ya üç ay sürer ya dört ay. Çok sert olur ama, fazla sürmez kış. Yazlığın önünde büyük bir dut ağacı var, boyu göklere tırmanmış. Çanlar takmışlar dallarına. Serçeler dut yemeye geliyor… Yanında kalabalık bir kahve, çok büyük. Nargile tokurdatanlar, çay içenler, tavla oynayanlar… Kahveyle karakolun arası elli metre kadar.
“Karakolun önüne bir adamı yatırmışlar. Sakız gibi bembeyaz bir donu, bir entarisi, gene ipekten bir puşusu ve ageli var başında. Adam yalın ayak. Polisler falakaya yatırmışlar. Tüfeği takmışlar adamın ayağına, veriyorlar falakayı. Adam ‘Ya Muhammed!’ diyor, başka bir şey demiyor. Adamın Arap olduğunu anladım. Çünkü Kürt olsa başka türlü bağırırdı. Zaza olsa başka türlü. Ama adam belli ki Arap. Ya mahkemeye gelmiş ya hükümetle bir işi var. Ya da pazara gelmiş, yağ mı yoğurt mu ne, bir şeyler getirmiş. Orasını pek bilemiyorum. Dediğim gibi dört beş polis adamı yatırmış dövüyorlar.
“Biz çocuklar aşağı yukarı yetmiş seksen metre daha yukarıdayız. Olayı görüyoruz. Hepimizin ip sapanı var. İp sapan kullanmak ustalık ister; gerçi her çocuk iki ayda öğrenir kullanmasını. Köylüler derler ki: ‘Kurt tabancadan, tüfekten korkmaz, ip sapanından korkar.’ Şimdi yumurta büyüklüğünde bir taş düşünün, vınlayarak geçiyor ve değdiği yeri paramparça ediyor. Göğüs olsun, kafa olsun, vurdu mu öldürüyor yani…
“Biz küçüktük, ama ip sapanı çok iyi kullanıyorduk. O anda hemen kararlaştırdık. Liderimiz Mustafa Tatar diye biri. Benden bir iki yaş büyük, gövde bakımından da daha iri. Babası, babamın arkadaşı. Ailece çok yakınımız. ‘Dağıtalım bunları’ dedik. İki üç metre ara ile mevzi aldık. Mustafa, ‘Dikkat edin, adamı vurmayalım’ dedi. Ben de ‘kafalarına vurmayalım’ diye uyardım.
“Fakat polisler hareket halinde. Üç ya da dört taş attık. Polislerin ikisi yıkıldı kaldı, ötekiler kaçtı. Biz de hemen tüydük. Mustafaların bağına gittik. Kuzeyde, Siverek bağları. Sonra, akşamüstü geldik. Bizim evde anlatıyorlar: ‘Aslan kimin babayiğit, bıyıklarından adam asılır. Aslan kimin dört tane çıhmış, vermişler polise dayağı, vermişler dayağı, o fıkara Arebi kurtarmışlar.’
“Evde anlatılan bu. Babama da anlattıkları bu. Ben hiç oralı olmadım. Fakat ertesi gün babam kahveye gitmiş. Arkadaşları konuşuyorlarmış. ’Yok yahu!’ demişler, ’Öyle babayiğit filan değil, çocuk onlar. En kabadayısı on yaşında yoktu. Fakat hepsi korkunç nişancıydı.’
“İşin tuhafı, kimse kınamamış bu olayı. O fukara adam, Türkçe konuşamıyor. Zavallı bir Arap. “Ne zaman mı oldu bu olay? 1935 yılları falan olabilir. Öyle hatırlıyorum.”2
Ahmed Arif, ata binmeyi, silah kullanmayı, Kürtçenin Zazaca ve Kurmancça lehçelerini Siverek’te, Arapçayı Harran’da öğrenir. Gavze nedir, niçin yapılır? İnsanoğlu neden eşkıya olur? gibi soruların yanıtlarını orada bulur. Aşiret ilişkilerini, toplumsal ve sosyal ilişkileri orada öğrenir.
Çocukluk döneminde yaşayıp tanık olduklarının ve o sosyo-kültürel iklimin, onun şairlik serüvenine kaynaklık edecek kadar derin izler bıraktığı, o iklim ve kültürden damıttıklarını şiirinin öfkesine, hüznüne, türkülere ve destanlara akraba olan sesine ustalıkla taşıdığı görülür. Ahmed Arif şiirinin adresini, şiirini damıttığı sosyal ve coğrafi dokunun farklılığının nedenlerini ve onun harcını burada, yani biçimlendiği nesnel gerçekliğin bilinçaltına taşıdıklarında aramak gerekir.
Ahmed Arif, ilkokulu 1939 yılında Siverek’te bitirir. O dönem yalnız Diyarbakır ve Urfa’da ortaokul vardır. Önce Diyarbakır Ortaokulu’na devam etmesi için ninesi Ayşe Calp’ın yanına, daha sonra da gözetiminde okuması için ablası Sabriye hanımın (Demirkol) yanına gönderilerek Urfa Ortaokulu’na kaydı yapılır. Yaz tatillerini ise Siverek’te, ailesinin, sevdiklerinin yanında geçirir.
Ahmed Arif, şiire ortaokulda başladığını ve İstanbul’da çıkan “Yeni Mecmua” dergisine bir şiir gönderdiğini, şiirinin anılan dergide yer alıp almadığını bilmediğini, ama kendisine gönderilen yanıtta yetenekli kabul edilerek yazmayı sürdürmesinin önerildiğini anlatır.3
Urfa Ortaokulu’nu 1942 yılında bitiren Ahmed Arif, ağabeyi Muhammed Necati Isparta’da öğretmen olduğu ve Afyon’da’da tanıdıkları bulunduğu için yatılı okumak üzere Afyon Lisesi’ne gönderilir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der:
“Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar bu lisedeydi…”4
Lise yıllarında Andre Malraux’yu, Max Weber’i, Dostoyoveski’yi, Tolstoy’u, Flaubert’i ve özellikle de Emile Zola’yı okur, Faruk Nafiz, Cahit Külebi, Ahmet Muhip Dıranas ve Behçet Necatigil’le yine o yıllarda tanışır. Ahmed Arif, artık dur duraksız şiir yazmaya başlamıştır. O günleri de şöyle anlatır: “İşte o yıllar… Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16-17 yaşımdayım. Durmadan şiir yazıyorum.
“Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfasının sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım o zaman. Torunundan da küçüğüm.
“Bir de on lira para geliyor. Telif hakkı. Ben parayı alamazdım. Çünkü öğrenciydim ve Ahmed Arif kimliğim yok. Parayı hocalarım alırdı, mutemet getirir verirdi. Düşünün, babam harçlık olarak ayda beş lira gönderirdi. On lira bu yüzden büyük paraydı. Ama paradan öte, Afyon’da gerçekten büyük şairler vardı. Bütün şiirleri okurduk. Dergileri okurduk. Böylece kendi kendimize bir ölçüye varırdık.”5
Ahmed Arif, Afyon Lisesi’ni 1945’te bitirir. Bir süre ağabeyinin yeni görev yeri olan Uşak’ta kalır. O dönem babası da emekli olmuş, ailece Diyarbakır’a dönmüşlerdir. Ahmed Arif de Diyarbakır’a gider ve aynı yıl askere alınır. Askerlik dönemini Karadeniz’de yedeksubay olarak tamamlayarak 1947’de terhis edilir.
İlk Şiirleri
Ahmed Arif’in, Afyon Lisesi’nde öğrenciyken yazdığı şiirlerin ilki, Afyon Halkevi dergisi Taşpınar’ın Kasım 1942 tarihli 94. sayısında yayınlanmıştır. “Gözlerin” adlı ilk çalışması şöyledir: “Gözlerin maviliğin ruhudur, /Fecirlerin tebessümünü içer. /Berraklığında ilah çocukları uyur/Ve emer sükutu beyaz gölgeler. /Gözlerin bir masal dünyasıdır, /Meyveleriyle beslenir ruhum. /Gözlerin Allahımın bakir aynasıdır/Sonsuzluğundan ışık içiyorum.”
İkincisi de Millet dergisinin 7. sayısında, yine 1942 yılında, henüz on beş yaşındayken yayınlanan “Yollarda” adlı çalışmasıdır: “Sızdı gönüle acılar, /Soyuldu yaram soyuldu. /Yüreğimde bir sancı var, /Bağrım oyuldu oyuldu. /Sisler yoluma süzüle; /Beni bekleyen üzüle, /Dudak büzüle büzüle, /Dualar Allahı buldu. /Köyümün yolu bağlanır, /Körpe yürekler dağlanır. /Ninemin başı sağlanır:/Ölüm haberim duyuldu.”
Ahmed Arif, bu şiirleri Urfa Ortaokulu’nda yazdığını ve son düzeltilerini Afyon Lisesi’nde yaptığını kendisiyle yapılan bir söyleşide vurgulamıştır. Faruk Nafiz, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip gibi dönemin ünlü şairlerinin etkilerini apaçık taşıyan ilk şiirleri ve kendi şair konumlanışı hakkında önemli sayabileceğimiz kimi açıklamaları 1970 yılında (yapıtının yayınlanmasından iki yıl sonra) kendisiyle yapılmış bir söyleşiden okuyoruz:
“Lisede karaladığım mısralarda daha çok edebiyat öğretmenimize beğendirme çabası vardı.Yani biraz Haşim, biraz Tanpınar, biraz Tarancı ve çokça da acemilik. Bir süre sonra bu yazdıklarımın şiir olmadığına ve gerçek şiirin bu kadar kolay yazılmaması gerektiğine inandım. O günler asıl yaygın moda Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaradılış gereği, biraz da şiirin gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşamayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Yaradılış tarzı dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi.
“Oysa ben doğuluydum. Azgelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı. Halkımın duyguları ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımdan başka bir şiir akımı yok muydu? Vardı kuşkusuz. Nâzım diye bir okyanus vardı. Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Suphi Taşhan, Abdülkadir Demirhan gibi yürekli ağabeyler de vardı. Bunlar, hapiste ya da sürgündeydiler.
“Şiire yeni başlamış bir delikanlının karşısına Nâzım’ı dikerseniz, çocuk paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. Hidrojen bombasına karşı Kürt hançeri ne yapabilir? Üniversitede ve mapushanede bazı arkadaşlarım, ‘Nâzım’dan sonra şiir yazmak boşuna bir gayret, hatta saygısızlık,’ diyordu. Onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. Çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. Ne var ki ‘Nâzım gibi şiir yazmak’ ile ‘Nâzım’dan sonra şiir yazmak’ arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. Elbette Nâzım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nâzım’dan da, başka ustalardan sonra da şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’den sonra trajedi, Molière’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim, Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı. "
“Sadede gelelim: Kimini sevsem, kimini hiç takmasam da, bu moda olmuş etkili şairleri kendi hallerine bırakmam gerektiğini her şeyden önce bir mertlik borcu saydım. İş bir kez ‘etki’ye dökülmesin. Etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence. Bu yol ile insan belki ‘deneyci’ olabilir, ama şair olamaz. İşte bu inanç ve duygularla halkıma sığındım. Şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. Göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim.”6
“Sonra 1947-48 yıllarında kendimi bir sorguya çektim. Bir muhasebe yaptım. Kendime sordum nasıl olacak bu diye. Evet, lise bitti. Oturup düşündüm. Böyle gidecekse ne olur? Sen ne olursun?
“Muhip’ten daha büyük bir şair mi olursun? Cahit Külebi’den daha mı büyük olacaksın? Ben böyle kendi kendime sorguda iken oturup ‘Otuzüç Kurşun’u yazdım. Otuzüç Kurşun’dan önce ‘Rüstemo’yu yazdım.”7
Gençliği ve Üniversite Yılları
1947 yılı sonbaharında yüksek öğrenimini için Ankara’ya gelen Ahmed Arif, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırır. Bu arada 1946’da Ankara’da kurulan Türkiye Gençler Derneği’ne de üye olur; bu dernek, o yıllar illegal olan Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik düzeyinde çalışan legal kuruluşlarından biridir.
Aynı yıl Ahmed Arif’in İtalyan komünist Togliatti için yazdığı, fakat daha adını bile koymadığı şiirinin çalınarak bir arkadaşının evinde seksen nüshasının bulunması, kimi arkadaşlarının yargılanmaları ve Ahmed Arif’in de karakolda ifade verip salıverilmesiyle sonuçlanır.
Şairin, şiir saymayıp “halkın huzuruna çıkarılmaz” dediği sözkonusu çalışmasının, mahkeme huzuruna çıkarılmasında hiçbir sakınca görülmez.(!)
1948 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın eleman almak üzere açtığı sınavı kazandığı halde işe alınmayan Ahmed Arif, danıştaya başvurur ve kazanır. Ona Merkez Bankası’nda bir iş vermek zorunda kalırlar. Artık hem çalışmakta hem de öğrenimini sürdürmektedir.
Bu arada Ahmed Arif’in şiirleri, 1949’dan itibaren daha yayınlanmadan üniversite gençliği arasında elden ele dolaşıp alanlarda, kampuslarda okunmakta ve kolaylıkla ezberlenmektedir… Ahmed Arif ise, çoğunlukla üniversite gençliğinin gittiği 15. Yıl Kıraathanesi’ne sık sık gitmekte, orada devrimcilerle, şiirseverlerle buluşmaktadır.
1951 Solcu Avı ve Ahmed Arif
1951 yılı Ekim ayında başlatılan “solcu tevkifatı”nda Ahmed Arif de işyerinden alınarak götürülür. Dokuz gün işkenceye maruz kalır. Kendisinden, para toplayarak komünistlere dağıttığına dair bir belgeyi imzalaması istenir. Bu soruşturma kapsamında İstanbul, Ankara ve diğer illerden toplam 184 kişi tutuklanmış ve haklarında soruşturma açılmıştır.
Ahmed Arif’e ait hazırlık soruşturması dosyasının İstanbul’daki dosyayla birleştirilmesi gerektiği için, dosyasıyla ve dört polisle birlikte İstanbul’a sevk edilip, ünlü Sansaryan Hanı’nın bir hücresine atılır. Gerisini şöyle anlatır:
“Sansaryan Hanı’nda hücredeyim. Çok hastayım… Sorgu uzun sürdü. Ben dokuz numaralı hücredeyim. Yedi numarada Orhan Suda kalıyor. Suda’yı tanımıyorum o zaman, daha sonra cezaevinde tanıştık. Sekiz numarada ise Muzaffer Arabul kalıyor. O da çok ağır hasta. Onu da sesinden tanıdım, o kadar. Muzaffer pırlanta gibi bir adam, evli, çocukları var. Devlet memuru (…) On bir numaralı hücrede ise rahmetli Kemal abi, Kemal Ergin.Bunları nefeslerinden tanıyorum. Öksürüklerinden.
“Benim bulunduğum dokuz numaralı hücreden bir lağım geçiyor. Üzerinde bir ızgara. Ne kadar akılsızmışım! Lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyorum. Tabii küçük sudan başka bir şey yok.
“Çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlar. O da kuru bir şey. Bir lokma bile yiyemiyordum. Sadece su içiyordum… Sakalım göğsüme gelmişti, saçlarım keçe gibi olmuştu. Kendimi merak ediyordum.
“Küçük bir kibrit çöpü buldum. Onunla duvara çizgiler çizdim. Böylece bir takvim yaptım kendime. Şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu…Ve duvarlar. Duvarlarda kan lekeleri… Tahtakurusu lekeleri… Bunların arasında da isimler.
“O isimlerin pek çoğuyla sonradan Harbiye Cezaevi’nde tanıştım. Kimi orada yarım saat kalmış, kimi beş-altı saat. Benim gibi devamlı kalan yok… Gözaltında on beş günden fazla tutulamazmışız. Ama çoğumuz orada aylarca kaldık.”8
Ahmed Arif, Sansaryan Hanı’ndaki koşullara, yapılan işkencelere dayanamaz. Çıldırmak üzeredir. Birtakım sesler duymaya başlamış, damarlarını kesmeye yeltenmiştir. Hemen hastaneye kaldırılır ve şok tedaviyle sağlığına kavuşturulur. Bu olayı daha sonra şöyle anlatır:
“Hastanede beni bağladılar. Yatıştırdılar. Orada doktora bağırtıları, sesleri anlattım. Arkadaşlarımın seslerini duyduğumu söyledim. Tabii bunların hiçbiri olmamış. İnsanın bazı organları çalışmayınca öteki organları çok çalışıyor. Hücrede gözümüz hiç çalışmazdı. Hiçbir şey görmezdik. Çok kısık, karanlığa yakın bir ışık vardı. İşte o zaman kulak çalışıyordu. Kulakla algılıyordum ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor…
“Bir gece yıldırım bir telgraf getirdiler. Telgrafta şöyle diyordu: ‘Baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum. İmza: Annen Arife (…)’O an, yani telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum. Gençler okumasın.
“Ama öyle demoralize olmuşum. Hemen hastaneye yetiştiriyorlar. Bir şans eseri ölümden dönmüşüm. Üç hastane ‘bu ölür’ diye almıyor, Kasımpaşa Deniz Hastanesi alıyor. Gözümü açtığımda iki gün geçmiş. O hastanede bana şok tedavisi yaptılar. Bu arada Sabahattin adında bir çocuk anama mektup yazdı, ’oğlun iyidir, sağlığı yerinde’ filan diye.
“Şoktan sonra beni Sansaryan’a geri götürdüler. Ama orada fazla tutmadılar, Harbiye’ye yolladılar. On yedi gün tabutlukta kaldım. Duvar nemliydi. Yosun bağlamıştı. Kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. İşte hâlâ çekerim, sağ omzumdaki bu ağrı, o tabutluktan kalmadır.”9
Oysa ki Ahmed Arif’e o acıyı yaşatan telgraf, düzmece bir telgraftır. Nitekim hastane doktorlarının biri ona, “Hiçbir ana oğluna öyle bir telgraf çekmez, nasıl olur da inanırsın,” diyecektir.
Ahmed Arif’in babası Arif Hikmet bey, 1953 yılında yaşamını yitirir. Oğlunun tutuklandığından habersizdir; onu yurtdışında sanmaktadır. Soruşturma evresi tamamlanır ve aralarında Ahmed Arif’in de bulunduğu tutuklular, “Gizli Komünist Cemiyeti teşkil etmek, cemiyete girmek ve faaliyet göstermek” isnatıyla yargılanırlar ve birçoğu ağır hapis cezalarına çarptırılır. Dos-yada 110 numaralı sanık olan Ahmed Arif Önal’a ise, iki yıl hapis ve sekiz ay Urfa’da gözetim altında tutulma cezası verilir.
Toplam 38 ay tutuklu kalmış olan Ahmed Arif, bu cezayı fazlasıyla çektiği için 7 Ekim 1954’te tahliye edilir…
Yetişkinlik Yılları ve İlk Yapıtı
Kız kardeşi Nezihe Erdoğan, o dönem Diyarbakır Ali Emiri Ortaokulu’nda tarih öğretmenliği yaptığı için, Ahmed Arif, mahkemeye başvurarak sekiz ay kamu gözetimi altında tutulma cezasının Urfa yerine Diyarbakır olarak değiştirilmesini sağlayarak Diyarbakır’a gelir.
Her gün Diyarbakır Fatihpaşa Karakolu’nda hakkında tutulan defteri imzalar…Bir süre sonra özel bir şirkete ait tuğla ve kiremit fabrikasında iş bularak çalışmaya başlar. Bir yıl böyle geçer ve cezasını da tamamlayarak yeniden Ankara’ya döner. Yüksek öğrenimini tamamlama olanağı da kalmamıştır artık. Bir iş de bulamaz… O sıkıntılı günlerini şöyle anlatır:
“Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. Ama hangi işe girsem polisler peşimdeydi, beni kovalıyorlardı…”
Ahmed Arif, 1956’dan itibaren Medeniyet, Öncü ve son olarak da Halkçı gazetelerinde redaktör (düzeltmen) olarak çalışmaya başlar. Bu arada başta Pazar Postası olmak üzere birçok gazete ve dergide şiirleri yayınlanmakta, adı ve şiirleri her geçen gün daha yaygınlaşmaktadır.
26 Haziran 1967’de yaşamının sonuna dek bağlı kalacağı Aynur Hanım’la evlenen Ahmed Arif’in ilk ve tek şiir kitabı Hasretinden Prangalar Eskittim, 1968’de Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanır. Kitap Türkiye’nin her yöresinde büyük bir ilgiyle karşılanır.
Aynı yıllarda Ankara 1. Basın Sitesi’nde taksitle bir ev almasının ardından, 12 Aralık 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Baba olmasıyla ilgili duygularını Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle anlatır:
“Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus cüzdanını cebimde taşıdım. Cebimdeki, sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu… Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı…”
1977 yılında emekli olan Ahmed Arif, daha sonraki yıllarını Ankara’daki mütevazı evinde geçirir; gösterişten, gürültüden uzak bir yaşam sürdürür ve uzun yıllar suskunluğunu korur. Başta Cemal Süreya, Canip Yıldırım, Cemalettin Ünlü, Muzaffer Erdost, Nedret Gürcan, Adnan Binyazar ve aile yakınları dışında kimseyle görüşmez.
Sonlarken
Ahmed Arif’in ilk ve tek yapıtı Hasretinden Prangalar Eskittim yayınlandıktan sonra Türkiye’de önce 12 Mart 1970, sonra 12 Eylül 1980 askeri darbeleri gerçekleştirilir. Bu baskı dönemlerinde, on binlerce aydın, bilim adamı, gazeteci, devrimci ve üniversite öğrencisi bir devletin komünizm ve Kürt fobisi yüzünden işkencelerden, çarmıhlardan geçirilirken, bir ülkenin geleceği ve aydınlığı olan on binlerce genç sakat bırakılırken ve askeri cezaevlerini, duruşma salonlarını hınca hınç doldururken, Ahmed Arif’in şiirleri alanlarda, işkence tezgâhlarında ve cezaevi koğuşlarında bir bayrak gibi dalgalanır.
Demokrasinin bayrağı indikçe, onun şiirleri göndere çekilir; çünkü insanca paylaşılacak günlerden, hümanist değerlerden ve onurdan söz eden bir şairdir Ahmed Arif…
Cezaevi koğuşlarında, suçları ülkelerini sevmek olan on binlerce genç, “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” dizesiyle parmaklıklara tutunup, dağlarındaki serin bahar rüzgârlarının esintisini duyarlar. Yine işkence tezgâhlarında nice yiğit devrimci, nice Kürt, “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem!” dizesini zalimlerin yüzüne bir tokat gibi vururlar. ”Dayan tırnak ile dayan diş ile/Umut ile sevda ile düş ile/Dayan rüsva etme beni” dizeleriyle çarmıhlara, soğuklara, açlıklara dayanırlar… Dayanırlar… Dayanırlar!
Ahmed Arif’in dizeleri, şiirin, gerektiğinde bir parti bildirisinden daha işlevsel olduğunu açıklamış dizelerdir. Ahmed Arif’in dizeleri, “torbasında ekmeği, matarasın- da suyu kalmayan”ları, şiirin bir süre nasıl ayakta tutabileceğini kanıtlayan dizelerdir. Ahmed Arif’in dizeleri, umudu, hasreti, sevdası olanların dizeleridir; bu yüzden de bir sınıfın, mazlumların şairidir o…
Onun şiirinde, yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de umut edenlerin, düşleri ve sevdaları uğruna yaşayıp ölenlerin acıları, dramları, hınçları ve öfkeleri vardır. Ahmed Arif’in şiirleri, baskı dönemlerinin sosyal ve siyasal iklimine tekabül etmekle birlikte, orda durmaz, şimdi, yeni bir çağda da daha okunur, ezberlenir… Ki nice zulmeden ölüp yitmiş, nice barbarlık bir tarih dipnotu olmuştur da, onun dizeleri yarım yüzyıldan bugüne bir anıt gibi kalabilmiştir. İşte şairin başarısı ve şiirin muhte-şem gücüdür bu…
Ahmed Arif’in dizeleri , bu ülke halklarının sonsuz kederlerinin de bir aynasıdır; çünkü onun şiirlerinin yazgılarımızda bir karşılığı vardır…
Şair Ahmed Arif, 2 Haziran 1991 sabahı Ankara’daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama gözlerini yumar. Bu kavimler kapısı, nice yoksullukla, yoksunlukla, işkencelerle, sürgünlerle acımasızca hırpaladığı bir büyük şairini daha böyle yitirir.
Onun dizeleri ve anısı, Diyarbekir Kalesi’nin akranıdır… O da tanıktır ki zalimlere, namertlere baş eğmeden, mertçe yaşamış ve mertçe ölmüş bir şairdir Ahmed Arif…
İstanbul, Aralık 2001
-----------------------------

Hiç yorum yok: